2 Aralık 2011 Cuma

CELAL TAN VE AİLESİNİN AŞIRI ABSÜRD HİKAYESİ



Hayatın kendisi yeterince vurucu. Bu yüzden kurgu her zaman kurtarıcım olmuştur. Hayatı daha iyi algılamak için, bazen değiştirmek için, bazen de ona katlanmak için.. Lise yıllarında tanıştığım, üniversite yıllarında ise aldığım eğitimle ilgimin daha fazla pekiştiği absürd yazın, hayatımı zevkli hale getiren şeyler odasında her zaman başköşeye oturmuştur. İşte belki de bu yüzden daha iyi bir film beklememe rağmen Celal Tan Ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi’ni izledikten sonra yüzümde bir gülümseme vardı.

Ne kadar çabalarsak çabalayalım kendimize söylediğimiz yalanlar günü gelip bir tokat gibi suratımızda patlıyor. Halının altına sakladığımız pislikler kabarıyor. Öyle ki onları saklamak için başkalarını da o pisliklere ortak etme ihtiyacı duyuyoruz. Başka bir gözle hakikaten de aşırı acıklı olan bu hikâye bir drama ya da dedektiflik macerasına dönüşebilecekken Onur Ünlü bize trajikomik bir seyir sunuyor. Gülüşünden bile ciddiyet fışkıran anayasa profesörü Celal Tan, hayatımızı sosyal olarak düzenleyen anayasa kavramına hiç yaraşmayan şekilde kabul edilemez bir cinayete imza atıyor. Daha da kötüsü bu cinayetin üstünü örtebilmek için, adaleti sağlamak adına başvurduğumuz anayasanın maddelerine dayanarak türlü oyunlar oynuyor. İcra ettiği mesleğin de katkısıyla toplumun saygınlığını her anlamda kazanmış bu bilim insanının, basit ve sıradan güdüleriyle karşılaşıyoruz. Celal Tan’ın hikâyesindeki absürdlük onun göründüğünün aksine kıskanç ve yaşlı bir adam olduğu gerçeğinde değil, bu cinayetten yırtmasında sadece sırtını dayadığı anayasanın değil toplumun kabul görmüş değer yargılarının da payı olmasında yatıyor. Toplum, bu saygın kişiliğin cinayet işlemiş olabileceğine zaten baştan ihtimal vermiyor. Bir pislik diğerini örtüyor. Nuri Bilge Ceylan’ın elinde üç maymunluk bir hikâye, Onur Ünlü’nün elinde bir cinayetler komedisine dönüşüyor. Kol kırılıyor, yen içinde kalıyor ve tüm aile altı pisliklerle dolu bir halının üzerinde yaşamlarına devam ediyor. Film boyunca cinayeti araştıran ve aslında kendisi de pis kokan bir hikâyenin kahramanlarından olan komiserin yanında dolaşan, hiç konuşmayan ve Kolombo tarzı tavırlarıyla dikkat çeken diğer polis memuru, film içindeki olaylar için sergilediği yüz ifadeleriyle gerçeği açığa çıkaracağına inandığımız biri haline geliyor. Ancak anlıyoruz ki polis, sadece bizim, sonrasında hiçbir şey olmamış gibi devam ettiğimiz gündelik hayatta karşımıza çıkan şaşırtıcı olaylara anında verdiğimiz o geçici tepkilerin simgesi. Filmdeki sheakespeare soytarısı ise ölen kızın kör ama her şeyi herkesten daha iyi gören abisi. Kör olmasına rağmen elindeki azcık bilgiyle cinayeti çözmesi ne kadar absürdse birden bire tehlikeli ve kurtulunması gereken bir gerçeklik halini alması ve hazin bir oyuna kurban gitmesi de bir o kadar trajik oluyor. Filmdeki vurucu cümleyi ise hayatının baharını birilerini bekleyerek yitirmiş ve trajikomik bir intihara teşebbüs eden babaanne sarf ediyor:

“Bizim olayımız bu, her şey aynı anda olsun istiyoruz. İstiyoruz ki o olsun ama bu da olsun..”

Ödemediği bedeller sonrası daha da arsızlaşan ve hataları normalleştiren insanların doymak bilmez iştahı, toplumun yargıları çerçevesinde düzenlenmiş bir yaşam, günü kurtarma telaşı ile ahlaki ilkelerden taviz verilerek alınan kararlar..Filmle ilgili söylenecek ne kadar çok şey varsa aslında bir o kadar da yok. Absürdlüğün en çok bu yanını seviyorum. Siz metnin altında dünyalar yattığını fark edip sayfalar dolusu yazılar yazmaya çalışırken bir ses size “sakin ol, bu çaba neden” diyor. Gülümsüyorum, tıpkı filmden çıktığım zaman olduğu gibi..

1 yorum:

  1. Film festivali sağ olsun sonunda izledim filmi. Sen her şeyi çok güzel anlatmışsın zaten. Benim aklımdakiler: Gözlemek - gözetlenmek, bilmek - bilmiyormuş gibi görünmek, adalet - adaletsizlik... Ah Muhsin Ünlü!

    YanıtlaSil