26 Mart 2012 Pazartesi

Destursuz Misyoner


İş arkadaşımla bir mola vermişiz. Çaylarımızı yudumlarken oradan buradan muhabbet ediyoruz. “Ah ne kadar da seviniyorum böyle gençleri görünce!” diyerek odaya dalıyor. Heyecanla bir şeyler anlatıyor. Anlaşılan menopoz sonrası durulmayan bir ablayla karşı karşıyayım. Cümlelerin gidişatından kendini gençleri eğitmeye adadığı belli oluyor. İlk başta sevimli gelebilir. Ancak bu ifade, bu gülüş, bu tonlamayı az çok biliyorum. Bunun sonu iyi değil. Yine de bir sebepten odama dalmış bu yabancı misyoneri, tanrı misafiridir diyerek buyur ediyorum. Gülerek – ki mütemadiyen yaptığı bu- oturuyor. Bir dernek adına gelmiş, yardım topluyormuş.  Konuştuklarıyla yardım topladığı dernek içeriğinin pek bir alakası yok; ama “Demek ki bu şekilde iletişim kuruyor.” diye geçiriyorum içimden.  “Elimizden geldiğince” deyip gözümü kolunun altında tuttuğu makbuzlara dikiyorum. Amacım bu tek taraflı heyecanı sonlandırıp ablayı başka odalara başka kafaları ütülemeye yollamak. Ama olmuyor. Yetmiyor ablamıza. Çünkü “ah gençler, vah gençler” diyerek heyecanına heyecan katamadı, istediği alkışı toplayamadı. Belli ki misyonerlik faaliyeti tam gaz devam edecek. Bu sefer nereye gideceğini pek de tahmin edemediğim bir giriş yapıyor. Üniversite bahçesinde doğulu bir öğrenciyle yaptığı sohbeti anlatıyor. Doğulu deyince duruyorum, sanırım ablaya yakıştırdığım misyoner benzetmesi gerçeğe dönüşüyor. Tepkisiz, dinliyorum. Bana öğrencinin devleti, askeri kötüleyen ifadelerini, kendisinin ise aslanlar gibi onları nasıl koruduğunu anlatıyor. Tepkisiz, dinliyorum. Ayrım yapmadığını üstüne basa basa tekrar ediyor; onun da varmış “doğulu” arkadaşları. Ama “onlar” nasıl böyle konuşurlarmış, bu yaptıkları nankörlükmüş. Tepkisiz, dinliyorum. Çok üzülüyormuş, gençleri çok seviyormuş, onları böyle görmeye dayanamıyormuş. Tepkisiz, dinliyorum. Bu tepkisizliğe daha fazla dayanamıyor ve soruyor: “Sessiz kaldınız?” “Bana bunları neden anlattığınızı anlayamadım” diyorum. Şaşırıyor. Sanki odama destursuz girip tanımadan etmeden memleketin hassas konularıyla ilgili apır sapır  konuşması çok normalmiş gibi benim söylediğime şaşırıyor. Bilmem gerisini anlatmama gerek var mı? İş arkadaşımın “Toplantıya geç kalıyoruz.” yalanıyla beni kurtardığı bu tuhaf diyalog son buluyor. Gülücüklerini havaya salarak uzaklaşıyor misyonerimiz.

Onun ve onun gibilerin bu öz güveni nereden geliyor merak ediyorum. Benim tepkisizliğimi başka odalarda nasıl anlatır acaba diye düşünüyorum. Çünkü ablamızı günün ilerleyen saatlerinde başka odalarda da gülerken görüyorum. Onun yıllardır uğruna nice kanlar dökülmüş bu hassas meseleyi, “Kandırılmış ve cahil insanları yola getirmeliyiz.” kibrine indirgemesine mi yanayım; hiç tanımadığı bir insana sanki onun gibi düşünmek zorundaymış gibi gülerek düşüncelerini anlatmasına mı yanayım; söylediklerine “Görüşlerinize katılıp katılmamak bir yana, bunları dinlemek zorunda değilim, odama bu amaçla gelmemiştiniz.” anlamında tepkisiz kaldığım için beni kafasında “sen de onlardansın” diye etiketlediğine mi yanayım; yoksa memlekette bunun gibi düşünen nice insanın varlığına mı…


Birbirimizi ne zaman gerçekten dinleyeceğiz merak ediyorum. Çünkü ben artık, destursuz odama dalanlarla, bana akıl vermeye çalışanlarla, karşısındakinin ne düşündüğünü bilme ve sorma zahmetine bile katlanmadan üstelik onun misafiriyken ona caka satmaya kalkışanlarla yaşamak istemiyorum. Bilmem anlatabiliyor muyum?


22 Mart 2012 Perşembe

Edebiyat İnsanı Bir Güzel Benzetir


21 Mart 2012 Çarşamba

Baktığım her yerde bir alıntı görüyorum, gördüğüm her şeyi başka bir şeye benzetiyorum.

Söğüt ağaçlarına bakınca Virginia Woolf’u görüyorum.

Ayı açık seçik gördüğümüz gecelerde veya denize dokunabildiğim yerlerde Bülent Ortaçgil’i bir başka seviyorum.

Havanın açtığı, güneşin yüzünü gösterdiği günlerde sokağa Orhan Veli’yle birlikte çıkıyorum.

Haberleri okurken ille de Aziz Nesin’i anıyorum.

Aşk ilişkileri çıkmaz sokağa girdiğinde ya da ayrıntılara dikkat eden birilerine rastladığımda Barış Bıçakçı’yı hatırlıyorum.

Çocuklara Alice’i, yetişkinlere gövdesi aklından büyük Roald Dahl karakterlerini yakıştırıyorum.

Yıldızlı gecelerde Van Gogh, incecik kırılgan bedenlerde Egon Schiele, çiçekli elbiselerde Klimt, su birikintilerinde Monet, kemikli ellerde Abidin Dino, masallarda Chagall saklanıyor biliyorum.

Başıma gelen tesadüflerde Paul Auster veya Milan Kundera’yı anmadan edemiyorum.

Her yola çıktığımda kendimi Yeni Hayat’taki karakter gibi hissediyorum.

Dünyanın gidişatına bakıp George Orwell’le birlikte iç geçiriyorum.

Kullandığım eşyaya yabancılaştıkça Sartre’a nanik yapıp bir an önce sıradan hayatıma dönmeye çabalıyorum.

Adliye sarayına baktıkça Kafka’ya, tecavüz davalarından sonuç alınamadıkça Palahniuk’a selam gönderiyorum.

Şirkette çok sayıda Umut Sarıkaya karakteriyle çalışıyor, Ersin Karabulut hayaletleriyle geçmişime yolculuk yapıyorum.

Bu bana bahşedilmiş özel bir yetenek olsun isterdim; ancak ne yazık ki (!) edebiyat okurlarının çoğu hayata böyle bakıyor. Anlayacağınız ben edebîyen lânetliyim efendim. Lânetin son halkası için bakınız:


Bu kitap tam da şu şarkının klibine benziyor:




19 Mart 2012 Pazartesi

Sevdim Seni Bir Kere



17 Mart 2012 Cumartesi

“Bunu yapmana gerek yoktu.” dedim. Cevap vermedi.

“Beni hiç mi sevmedin?” Karşı taraftan ses gelmeyince onu gözyaşları içinde iterek kendimden uzaklaştırdım.

“Yıllardır büyük bir sadakatle bağlandım sana. Mükâfatı bu mu olmalıydı?” Çıt çıkarmıyordu. Kucağımda duran tuvalet kâğıdı rulosundan bir parça koparıp burnumu sildim.

“Seni kimseyi sevmediğim gibi sevdim ben, anlıyor musun?” Yine sesi çıkmadı. Sorularıma yanıt gelmeyince öfkem artıyordu; ona bakmaya bile cesaret edemiyordum.

“Seninle birlikte olabilmek için pek çok şeyden fedakârlık ettim. Yeri geldi evden dışarı çıkmadım, yeri geldi aramıza girdikleri için başkalarıyla kavga ettim, yeri geldi aşağılandım. Kelimelerimin çoğunu seni anlatmak için kullandım. İşten güçten arta kalan zamanımda kendimi sana adadım. Gözümün ferini aldın. Bunu hak edecek ne yaptım?” Tek kelime etmedi. Engelleyemediğim gözyaşlarımı elimin tersiyle sildim. Arka arkaya birkaç kez hapşırdım.

“Emeklerimin hepsi boşunaymış. Peki şimdi ne yapacağım?” diye bağırdım acıyla kıvranarak ve tüm cesaretimi toplayıp ona doğru baktım.“Korkma Ben Varım” diyordu.

“Belki de en çok korkmam gereken senin varlığın.” diye inledim.

Kıpkırmızı gözlerimden yaşlar boşanıyordu. Burnumun içindeki çeşme sürekli su kaçırıyordu. Gözlerim ve burnum “kim daha çok kaşınacak” yarışına girişmişti ve burnum açık ara önde gidiyordu. Acı gerçeği dakikalarca önce konuştuğum doktordan öğrenmiştim. Kitap tozuna alerjim vardı. Bunca yıldır okuduğum kitapların durup dururken beni hasta etmeye karar vermesi, moralimi alt üst etmişti.

Öfkemden nasibini alan Murat Menteş kitabına gözlerimi dikip bir kez daha sordum: “Beni hiç mi sevmedin?” O ise hep aynı şarkıyı çalıyordu: “Korkma Ben Varım

“Hep aynı terane!” dedim tuvalet kâğıdından bir parça daha koparırken. Malum durumumdan dolayı ilk sayfasını bile bitiremediğim kitabı açıp kaldığım yerden okumaya başladım. “Aşk insanın sadece psikolojisini ve kimyasını değil; tarihini, müziğini, coğrafyasını, edebiyatını, fiziğini, beslenme çantasının içindekileri, hayat bilgisini de değiştiriyor.” “Hah! Şimdi aynı dili konuşmaya başladık.” diye mırıldanarak hapşırma ve sümkürmelerle dolu yeni bir yola girdim.

9 Mart 2012 Cuma

Kısmeti Beklerken


Son zamanlarda en sık duyduğum kelime kısmet. “Kısmetse olur.”, “Kısmet geldi mi durmaz.”, “Kısmet değilmiş.” Yaptığım her şey kısmete endeksli, mutluluğum kısmetin ellerinde... Kısmet benden pek hoşlanmıyor, aramızda sebebini bilmediğim bir husumet var. Ben onu bekliyorum, o bir türlü gelmiyor. Kısmet âdeta Türk kültürünün Godot’su. Beckett’i mezarında ters döndürecek kadar uzun süre beklendiği yere gelmemeyi başarabiliyor, zaten absürdlüğün göbeğinde yaşıyor.

Kısmeti bekliyorum. Yıllar hızla birbirini takip ediyor. Ara sıra onun geldiğini sanıyorum. Hatalı olduğumu anladığımda, gerçek kısmeti beklemeye kaldığım yerden devam ediyorum. Neyse ki kısmeti beklerken çok şey öğreniyorum.

Kısmet daha önce gelse “evde kalmış kız” haline gelmek için sınırın otuz yaş olduğunu asla bilemeyecektim. Otuzuna gelip her ne şartta olursa olsun “kız” kalmanın en büyük meziyetlerden biri olduğunu aklımdan bile geçirmeyecektim.

Kısmetle aramızdaki mesafe kapansa ona ulaşmak için oje sürmek, topuklu ayakkabıyla yürümek gerektiğini öğrenemeyecektim. Nasıl hissedersem hissedeyim makyajın ve iyi giyinmenin en önemli görevim olduğunu kanıksayamayacaktım.

Kısmet erkenden karşıma çıksa evlilik illetinden mustarip arkadaşlarımın birer birer delirmesini izlerken, evlenmek istemesem de bir koca sahibi olmanın zarar getirmeyeceğini anlayamayacaktım.

Kısmet beni azıcık sevse çok okuyup yazmanın değil, etrafına iyi bakıp evrene doğru mesaj göndermenin önemine vâkıf olamayacaktım. Yemek yapmayı ve alışverişi sevmediğim için aşağılanabileceğimi hayal dahi etmeyecektim.

Kısmetle yıldızımız barışsa her kadının bir erkeğe, her erkeğin pek çok kadına ihtiyacı olduğu gerçeğini görmezden gelecektim. Bir erkeği elde etmek için her yolu denemenin mubah olduğunu, denemeyen kadının aklından şüphe edildiğini hiç düşünmeyecektim.

Kısmet bana ilgi gösterse etrafımdaki çiftlerin azımsanamayacak bir bölümünü bir arada tutanın aşk değil; birlikte döşedikleri evi bozmak istememeleri, yaşları geçmeden çocuk sahibi olmak ya da sahip oldukları çocukları mutlu etmek istemeleri olduğunu göremeyecektim.

Son zamanlarda en sık duyduğum kelime kısmet. Kısmeti beklerken yoruluyorum, sıkılıyorum; ama asla yılmıyorum. "Nitekim kısmet bu, geldi mi durmaz!" diyorum. Kısmeti bekliyorum, gelip de durmadığı takdirde başına gelecekleri bir ben biliyorum.

5 Mart 2012 Pazartesi

Sinüs Kosinüs


2 Mart 2012 Cuma

İşten çıkmış, eve gidiyordum. Sabah bardaktan boşanırcasına yağan yağmur kesilmiş, bütün gün kafamı kaldırmadan çalıştığım için yağmurun kesildiğini fark etmemiştim. Hava sakindi, sokaklarda kimse yoktu. Her şey korku filmlerinde başkarakter sessizce yürürken aniden beliriveren biri yüzünden irkildiğimiz o tanıdık sahneyi andırıyordu. Bir an duraksayıp etrafıma bakındım, yaşadığım kentin her daim insana kesmiş sokaklarının bu kez bomboş olduğunu görünce içim ürperdi. Bütün şehrin benim gibi çalıştığını ve yağmurun kesildiğini fark etmediğini hayal edip gülümsedim. Yalnızlığımın keyfini çıkararak yürümeye devam ettim.

Her güzel şey gibi şehrin bu hali de uzun sürmedi. Uzakta, bana doğru ilerledikçe büyüyen siyah bir nokta belirdi. Kısa yürüyüşüm esnasında, kendimi yürüdüğüm sokakların sahibi olduğuma öylesine inandırmıştım ki noktanın yok olmasını dilesem bu isteğimin anında gerçekleşeceğini düşünüyordum. Tabii ki gerçekleşmedi. Nokta yaklaştıkça belirginleşmeye devam etti. Üstelik sabahtan beri peşimi bırakmayan baş ağrısı da şiddetleniyordu. Bana yaklaşan artık bir nokta olmaktan çıkmış, siyah uzun paltolu bir adama dönüşmüştü. Adamla aramızdaki mesafe kapandıkça başımın ağrısı artıyordu. Gözlerim yanmaya, nefes almakta zorlanmaya başlamıştım. Artık apaçık görebildiğim adam siyah fötr şapka takmıştı, suratı yüz yıldır uzattığı sakalının altında kaybolmuştu, kapkara gözleri vardı.

Beynim zonkluyor, kulaklarım uğulduyordu, üzerime engelleyemediğim bir ağırlık çökmüştü. Adamla baş ağrım arasındaki ilişkinin bir tesadüf olduğuna inanmıştım ki yanıma yaklaşan adam, gece rengi gözlerini bana dikip tuhaf bir fısıltıyla “Lodos var.” dedi. Üzerime çöken ağırlıktan mı adamı Kafka’ya benzetmemden mi bilmem korkup uzaklaşmak yerine “Hı hı!” diye mırıldandım. Adam “Ben de varım.” dedi sapsarı dişlerini açığa çıkaran bir sırıtmayla. “Efendim?” dememe kalmadan şimşekler çakmaya başladı. Bunun bir rüya olduğuna iyiden iyiye hükmetmiştim, birazdan uyanacak ve şimşeklerin aslında pencereden yüzüme vuran gün ışığı olduğunu anlayacaktım. Gözlerimi kapattım, uyanmak yerine ıslandığımı anlayınca gözlerimi açıp koşmaya başladım. Yağmur yeniden başlamıştı.

Koşa koşa eve girdiğimde başımın ağrısı nispeten geçmişti. Yağmurdan kaçmıştım kaçmasına; ama adamı da gözden kaçırmıştım. O gece gördüğüm kâbusların başkahramanı hep aynı siyah paltolu adamdı. Ertesi sabah bedenimi yataktan ayırmaya çalıştığımda öylesine zorlandım ki onun çarşafla bütünleştiğini, hayatımın geri kalanını yatak ve çamaşır makinesi arasında geçirmek zorunda kalacağımı sandım. Bütün gücümü kullanıp yataktan kalktım, banyo yaptım. Arkadaşımla randevuma geç kalmamak için apar topar giyinip saçlarımı hafiften kuruttum.

Apartman kapısından çıkar çıkmaz onu gördüm. “Günaydın!” diye fısıldadı suratında o garip sırıtmayla. “Siz,” dedim “Siz beni mi takip ediyorsunuz?” “Ben senden ayrı bir varlık değilim ki seni nasıl takip edeyim?” dedi. Sonunda korktuğum başıma gelmişti, hepten deliriyordum, kendime hayali bir arkadaş edinmiştim. “Ne saçmalıyorsunuz, buz gibi başka birisiniz.” diye söylendim. “Saçlarını iyi kurutmamışsın.” dedi. Bu absürd hikâyeden çıkmak için can havliyle “Kimsiniz? Adınız ne?” diye bağırdım. Sanki benden başkasının konuştuklarımızı duymasını istemiyormuş gibi büyük sırrını açıkladı: “Sinüzit.” Yüzümde delilere özgü bir gülümsemeyle adamın aniden kayboluşunu izledim.

O günden sonra peşimi hiç bırakmadı. Londra’da yaşadığım dönemde aramız açıldı; ama memlekete döner dönmez düzeldi. Ben, onu gördüğüm andan beri lodosun olmadığı bir ülkeye yerleşmenin peşindeyim. O ise yıllardır beynim ve gözaltlarımda yer işgal ettiği için beni herkesten iyi tanıyor, hakkında ne söylersem söyleyeyim sadakatinden asla taviz vermiyor. Neyse ki aramızdaki aşk – nefret ilişkisini tüm sevdiklerim anlıyor. Çünkü bu memlekette yaşayan herkes Sinüzit’i iyi ya da kötü tanıyor.