26 Haziran 2011 Pazar

all work no play makes jack a dull boy

Bu da beynimin kendi dilinde düşünemediği zamanlardan:-)
 2007

Two lives, two jobs, too much stress, too much excitement, too many people who are in my life but not IN my life, too many books that I haven't read, too much music that I have not listened to yet, too many countries that I have not visited, too many people that I have not met, too many friends that I cannot keep in touch with, too much work, tonight, tomorrow...

şizofren yazılar

Bugün eskileri karıştırdım. Bir zamanlar yazdığım yazıları buldum. Böyle yazılar yazmış olduğuma şaşırdım. Okuduğum yazıların sahibi, hâlâ içimde yaşıyor mu diye düşündüm. Sen de oku, sen de düşün! "Sen, ben, değirmenlere karşı... Bile bile birer yitik savaşçı, akarız dereler gibi denizlere. Belki de en güzeli böyle."

22 Nisan 2003 Salı, Manchester

Belki de sen, ben, değirmenlere karşı... Koşuyordum, değirmenlere doğru, elimde süpürge sapından kılıcım, başımda berber tasından miğferim koşuyordum. Atını kaybetmiş bir şövalyeydim. Değirmenlere doğru yol aldığımı anladığım an geriye dönüp "Bunlar yeldeğirmeni!" dedim. Ardımda koskoca bir sessizlik vardı. Anlaşılan yalnızca atını ve aklını kaybetmiş bir şövalye değildim; ben, bir şövalye bile değildim ki...

Aklımı bulmuştum ya, sesime ses veren kimsem yoktu. Devasa değirmenlere ve uçsuz bucaksız ormana baktım ve ağlamaya başladım. Ağlıyordum, gözyaşlarım denize ulaşır belki diye. Dereler gibi denizlere akacağım zaman yanımda olmasını beklediğim ses yoktu. Koskoca bir göl oldu gözyaşlarım, az kalsın boğuluyordum. Ağlamayı kestim, anlamıştım, biri hikâyemi Alice'inkiyle karıştırmış olmalıydı. 

Yüzerek karaya ulaştığımda, karşımda elinde elma, yaşlı bir kadın duruyordu. Gözlerime inanamıyordum, nasıl bir hikâyeydi bu? Ben kesin bir hikâyede tutarlı bir karakter olmayı bile becerememiştim. Zamansa hâlâ ellerimden yere düşmekteydi. Bir an durdum ve yazara sövdüm. Yaşlı cadıyı unutmuştum ki suratımda patlayan tokat hatırlattı. Prensin gelip beni uyandıracağından emin olsam elmayı yemeye de razıydım ya, hikâyemin "Uyuyan Güzel"e dönüşmeyeceğini nereden bilebilirdim? Ya yazar, Godot'yu beklememi isterse (?!!) diye düşündüğüm an, yazarın elmayı yiyip yemeyeceğimi de yazmış olabileceği geldi aklıma. Kahretsin! Aklıma gelenler de yazarın aklına gelenler olabilir miydi?

22 Haziran 2011 Çarşamba

YÜRÜRKEN (Nisan, 2008)


Yürürken bir

Ellerim kanıyor, galiba yaralar var..babam sarıyor ama parmaklarımın birinden o kadar çok kan akıyor ki sanırsın kan kaybından gideceğim..galiba sağ baş parmağım.. Ne zamandır rüyalar daha gerçek oluverdi?

Sokak lambasına takılıp kaldım yine, görmüşler midir? Şu çifti takip etmek ve onların evine misafir olmak istiyorum. Beni fark edip etmemeleri önemli değil, sadece üzerine daha önce hiç oturmadığım bir koltuğa serilip, “ee, nasıl gidiyor?” demek istiyorum. Sokak daralıyor, gözden kayboldular. Adımlarımı sayarak yürüme alışkanlığım küçüklükten kalma. Küçükken babamın iri gövdesine tutunup onun adımlarına ayak uydurmaya çalışır ve nefes nefese kalırdım. “Başını öne eğme, başın hep dik dursun yürürken!!”

Hayata bu camlardan bakmak ne yorucu, her şey göründüğü gibi midir acaba? Bazen bunun, benim bulduğum bir kaçış yolu olduğunu düşünüyorum, görmek istemediğin şeyler olduğunda, var say ki her şey bu gözlükten!!

Dün buradan geçerken, bu pencerede bir kedi vardı. Bana baktı sanki; çoook eskilerden kalma bir yaşantıya sürükledi beni, öyle ki kendime geldiğimde bir sürü ayrıntıyı kaçırmış olarak yolun sonuna geldiğimi fark ettim. Geri dönmeye de üşendim. Üzerime yapıştı bu üşengeçlik, bak yine “eskiden..” ile başlayan bir cümle geliyor aklıma. Hemen koşmalıyım. Neden koşmaya üşenmedim, neden o çift bana bakmış mıdır diye düşündüm de koşarken üzerime dikilen deli bakışları görmezden geldim??

Dilime bir şarkı dolandı, nereden duyduğumu hatırlamıyorum. Sanırım varacağım yeri de geçtim. Adımlarım yavaşladı. Kan geldi yine gözümün önüne. “kan rüyayı bozar” derdi nenem. Ne çok şey derdi nenem, nerden bildiğini bir türlü anlamadığım ve sanırım anlamaya da çalışmadığım ancak doğruluğundan hiçbir şekilde şüphe duymadığım bir sürü hurafe.. “kurbağayı gösterme, siğil çıkar”, “tuvalette konuşma, cin çarpar”, “terlik ters durmaz, işler ters gider”….sokakta koşanı ne yaparlar nene? Korku dolu hayat tarifelerinden var mı bir tane şimdi, şöyle harfi harfine uysam??
Şu sesi sustursam iyi olacak, duymam gerekenler var…

Yürürken iki

Şimdi burada olmak bir şaka olsa ne güzel olurdu değil mi? Bu kadar uzun bir zaman böyle bir şakaya maruz kalmayı kafaya bile takmaz, koşa koşa gerçeğe doğru giderdim. Benim gerçekliğim; ah akşam sohbetleri, loş ışıklar, eşyasız evler ve geniş sokaklar..onca sesin arasında hissedilen şımarık bir yalnızlık ve hafif bir esintide boğazına doladığın fulara tutunan eller..

Bu gece uyumamam gerek, nöbet tutacağım. Pencere pervazına yatan kediyi gözetlerken hangi hayallere dalacağımın bir listesini yaptım. Yanımda kahvem de olacak, bol sütlü. Bir de zayıf olduğumu düşüneceğim, çünkü pijamamın üzerimde dökümlü durmasını istiyorum.

Kendime uzattığım dili yumuşattım. İnsaflı bir tavır içerisindeyim, hani biraz daha böyle gitse, kendimi seveceğim..geçen gece karanlık odada otururken, yanağımı okşayan bir el hissettim. Galiba içimden çıktım, galiba artık gerçekten sustum.

Yürürken üç

Yolun ortasında bir ağaç var, köşede bir adam bekliyor. Alacakaranlık. Ne zaman geldim ben buraya? Ya da daha da önemlisi neden geldim? “aklına mukayyet ol, hatırlamaya çalış..”

İçimde hiçbir korku yok, ne olacağını merak bile etmiyorum. “Çok çok, bir rüyadır” diyorum içimden. Zaten ne zamandan beridir bir rüyanın gerçekleşmesini bekliyordum, bugüne kısmetmiş..Kısa periyotlar halinde yaşamaya çalışıyorum, bu her şeyi daha da katlanılır kılıyor. Sahi bu kadar berbat mı her şey? Her şeyin içindekiler ne?

Yolu geçtim, adam bana baktı mı acaba? Oradan geçerken adamı unutmuşum, bir hiç gibi yanından geçip gitmişim. Ne yapıyor ki şimdi? Bak yine üşendim arkamı dönmeye.

Evet, galiba burası..ben geldim..

Yürürken dört

Ben geldim. Evde kimseler yok..

yut bir hap, sen de rahatla

"her işte bir hayır vardır"a binaen..

... Sonra bir gün, vakti zamanında içinizden çıkaramadığınız o üzüntüler, sıkıntılar, sinirler toplanır. Bir bir yerleşir hayatınıza sinsice. Bir gece vakti kalbiniz güm güm atarak, ter içinde uyanırsınız. Önemsemezsiniz belki ama ertesi gece bir daha olur, sonra bir daha..Başınız olur olmadık zamanlarda ağırır, hem de tek bir noktadan vurur ağrı, sanki bir yerlere çarpmış gibi. Her zaman yediklerinizi değiştirmemenize rağmen ne yeseniz ağzınıza gelir, balon gibi şişer de şişer mideniz. Ayaklarınızda, hele ki diz bölgenizde titremeler mi başladı..Doktora gitmeyin, ben size sebebini söyleyeyim: STRES..Alın şu sakinleştiriciyi, akşamları yatmadan bir tane yutun. Üzülmeyin, günümüzde birçok insan kullanıyor bundan, çok hafif..Belirgin bir sorununuz olması gerekmez, şimdi bakın beynimiz biz üzüldüğümüzde....................

Ne dersiniz; doktordan çıktığınızda; "buna da şükür, en azından amansız bir hastalık değil" diyerek yukarı mı kaldırırsınız başınızı??

Hiç düşündünüz mü, aslında öfkelendiğiniz için değil de öfkenizi usturubuyla yaşayamadığınız (yaşatmadıkları) için zarar görmüşsünüzdür? Üzüntü gibi, öfke gibi insani duygularımızı bastırmaya çalıştıkça belki patlıyordur ordan burdan..Belki daha açık iletişim kurmamız gerekiyordur insanlarla. Belki orta yolcu olmamamız gerekiyordur o kadar da. Belki bazen birazcık da olsa kırıcı olmak iyi birşeydir. Hatta belki içimizden geçeni söylemek aslında o kadar da kırıcı bir eylem değildir. Belki bize şükürcü, sakinleşmiş, uyuşmuş insanlar değil de aslını yitirmemiş, kendiyle yüzleşmiş, esaslı insanlar gerekiyordur....

20 Haziran 2011 Pazartesi

her işte bir hayır vardır!

16 Haziran 2011 Perşembe

Pek çok şey oluyor hayatınızda. Zaman zaman isyan edecek oluyorsunuz. Sonra, birileri nerede yaşadığınızı hatırlatıyor. Birileri sınırlarınızı gösteriyor. Başkaları, o birilerine hak veriyor, size haddinizi bildiriyor. Bir başkası sizi ayıplıyor yapmak istediklerinizden ötürü. Kendinize yoktan mutluluklar yaratıyorsunuz. “Bir şey yapmıyorum; ama bu kadar insanın onaylamadığı işleri yapmadığım için mutluyum.” diyorsunuz. İstediklerinizi yapabilmek için gidiyorsunuz. Kimi zaman günlerce, aylarca, yıllarca gitmelere özenip kalıyorsunuz. Gidince de kalınca da eksik yaşıyorsunuz.

Eksik yaşamınıza bahaneler arıyorsunuz. Yaşadığınız ülkenin bahaneleri, hep “şükür” ve “hayır” üzerine kurulduğu için pek zorluk çekmiyorsunuz. Zaten söz konusu kendinizi avutmak olduğunda hiç zorlanmıyorsunuz.

İki yıl boyunca maaşınız artmıyor mesela. “En azından maaşımı veriyorlar, buna da şükür.” diyorsunuz. Maaşınız artmıyor; ama işiniz artıyor. “Çok şükür bir işim var.” diyorsunuz. Yorgunluktan kitap okuyamaz, kendinize zaman ayıramaz hale geliyorsunuz. “Böylesi daha iyi, boş boş düşünüp kafamı yormuyorum, fena mı?” diyorsunuz. Gün geliyor işinizi kaybediyorsunuz. “Her işte bir hayır vardır. Zaten çok iş yapıp az para kazanıyordum. Belki çok daha iyi bir iş bulurum.” diyorsunuz. Aylarca iş aradıktan, iki – üç kere bunalıma girip çıktıktan sonra bulduğunuz iş, bir öncekinden pek farklı olmayınca “Hiç olmazsa iş arkadaşlarım iyi, çok para kazanıp mutlu olmama ihtimalim de vardı.” diyorsunuz.

Özel yaşamınız iyi gitmiyor mesela. Sevgilinizle sürekli kavga ediyorsunuz. “Hiç kavga etmeden ilişki sürdürmek de sağlıksız.” diyorsunuz. Sevgilinizi başka biriyle yakalıyorsunuz, buz gibi aldatıldığınızı fark ediyorsunuz. Gözyaşları eşliğinde, “Ya evlendikten sonra olsaydı? Allah’a şükür evlenmeden önce gördüm.” diyorsunuz. Uzun bir süre yalnız kalınca aşık olmadığınız birinde karar kılıyorsunuz. “Aşktan bana ne hayır geldi ki?” diyorsunuz. Mantığınızla evlenip çoluk çocuğa karıştıktan sonra, hâlâ aşkı bekleyenlere “Aşk maşk hikâye! Allah ne verirse hayırlısını versin.” diyorsunuz.

Memleketinizde çok ilginç olaylar oluyor mesela. İnsanların kadın mı kız mı oldukları sorgulanıyor, yedikleri dayağı hak ettikleri düşünülüyor. “Allah’tan bizim böyle işlerle ilgimiz yok.” diyorsunuz. Nehirlere siyanür karışıyor, nükleer santraller sırada bekliyor. “Allah sonumuzu hayır etsin.” diyorsunuz. Dergiler, yayınevleri kapatılıyor. “Hayırlara vesile olsun.” diyorsunuz. Yazarlar tutuklanıyor, kitaplar mahkemelerde yargılanıyor, çevirmenler göz altına alınıyor. “Hayırlısı olsun.” diyorsunuz.

Söyler misiniz, siz bu Türk işi Pollyanna'yı nerede besliyorsunuz?

14 Haziran 2011 Salı

Nereye Gider Bu Sızıntılar?????

Kütahya'da Dulkadir köyünden ilk zehirlenme haberi geldi. Bianet'in 13 Haziran 2011 Pazartesi tarihli haberine göre köyde yaşayan dört kişi şebeke suyunu içmelerinden bir süre sonra rahatsızlanarak hastaneye kaldırıldı. Aynı habere göre köyde şebeke suyunu içen belli sayıda hayvan da telef oldu. Yetkililer, rahatsızlığın sebebinin analiz sonuçlarından sonra kesinleşeceğini duyurdu. Yine yetkililer tesiste meydana gelen kazanın ardından her türlü önlemin alındığını da duyurmuşlardı.

2010 senesinde Macaristan'da bir alüminyum fabrikasındaki iki setin yıkılması sonucu kimyasal zehir taşıyan kızıl çamurun içindeki ağır metaller Tuna nehrine karıştı. Akıntının Karadeniz'e de ulaşması bekleniyordu. Yetkiler gereken tüm önlemlerin alındığını duyurdu.

Ermenistan'ın Türkiye sınırı yakınlarındaki ve dünyanın en tehlikeli beş nükleer santralinden biri olan Metsamor Nükleer Santrali'nde, 2011'in ocak ayında bir sızıntı meydana geldiği iddia edildi. Yetkililer tüm önlemleri aldıklarını duyurdu.

Japonya'da mart ayında meydana gelen 8.9 şiddetindeki deprem ve ardından tsunaminin etkisiyle zarar gören Fukuşima Nükleer Santrali'nin bir türlü soğutulamayan reaktörelerden yayılan radyasyon tehlike yaratmaya devam ediyor. Santralden sızan radyasyonun okyanusa ulaştığı ve yavaş yavaş da olsa akıntılar yoluyla tüm dünyaya yayılacağı haberleri yetkili ağızlardan doğrulanmasa bile herkesin yüreğine korku salıyor. Ama önemli değil, arada dağlar var..zaten yetkililer tüm önlemleri aldıklarını duyurdu...

Daha adını saymadığım, bilmediğim, unuttuğum, unutturulan kimbilir kaç olay var. Ne oldu o akan zehirli çamura, ne oldu sızan siyanüre, okyanusta sessiz sessiz ilerleyen radyasyona? Bakıp da hülyalara daldığımız bulutlar da mı sinsi sinsi zehir taşıyorlar bize? Ardı kesilen bu haberlerin ardından koşanlara ne oluyor görüyoruz: Dİlovası'ndaki kanser vakalarını araştıran ve araştırma sonuçlarını kamuoyu ile paylaşan Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu hakkında açılan dava hala sürüyor. Onur bey halkı galeyana getiriyormuş. Yetkililer halkın ruh sağlığını korumak için de önlem almış anlaşılan..

Toprağa, havaya, suya zehirler sızıyor. İçimize sızan endişe için kimse önlem alamıyor. Bir gece televizyonları, gazeteleri aniden kaplayan çevre felaketi haberleri, ertesi gün güçlü bir rüzgarın ardından dağılıveren kara bulutlar gibi yok oluyor. peki bu kadar zehir nereye gidiyor?

10 Haziran 2011 Cuma

Kadın olmak

Sessiz kalabilmekten geçer bir kadın olmak. Düşüncelerini duygularını belli etmemek, yerinde ve zamanında konuşmak, kıkırdamaktan özellikle kaçınmak ve yüzünden etrafına ışık saçan o mağrur ve mahcup tebessümü eksik etmemek. Yoksa hafif kadın olursun. Bir bahar akşamında eteklerini meltemle dalgalandırıp yürüyorsan "fahriye abla"sındır sen. Yollusundur bir bakıma. Herkeslerin arzuladığı, arzuladıkları oranda da korktukları bir kadın. Hafazanallah evde durmaz, bağlanmaz cinsten. Ama bir içim su. Aile kurumunun kutsallığını temsil edebilecek bir kadın değilsindir. Olsan olsan, yuvayı bozan kuş olursun.

Akla kara arasında seçim yapmaktır; arası yoktur kadın olmanın. Hep seçim yapmaktır, hep birini tercih etmektir; yapacağın tercihler belirler senin nasıl bir kadın olduğunu. Bu yüzden kadın olmak hep arada kalmaktır.

Mesela, isteklerinden vazgeçmek demektir kadın olmak. Okul yılların boyunca kurduğun o büyük hayallerin, günü geldiğinde geçici olduğunu kavradığın; ortada feda edilecek bir yaşam varsa bunun senin olması gerekliliğini nedense hiç itiraz etmeden kabul ettiğin gün kadın olmuşsun demektir. Babanın kanatlarının altından kocanın kanatlarının altına sığındığını fark etmişsindir. Gün gelir, kendini yitirmiş, onca kanadın altında kolu kanadı kırık bir kuş gibi kalmışsındır.

Sahip olduğun güzel vücudu saklamak ile sergilemek arasındaki o ince çizgide ortaya çıkar kadınlığının nasıllığı. Saklamak istersin modernliğe sığmaz, sergilemek istersin racona uymaz. "O açılacak, sen kapayacaksın" ikiyüzlülüğünde cilve yapmayı; "göster ama elletme" çelişkisinde arzularını bastırmayı; "evlenmeden olmaz" saçmalığında ya sevgilinden ya da bekâretinden vazgeçmeyi öğrenirsin. Yine seçim yaparsın yani. Daha sen kendi bedenine dokunamamışken, tanımadığın insanlar fütursuzca dalıverirler ormanına ve mutlaka sen bir şeyler yapmışsındır. Hareketsiz bir biblonun davetkâr bir duruşudur kadın olmak.

Eşit haklar için mücadele ederken de seçim yapmak zorunda kalırsın. Erkek diliyle mücadele edersin mesela. Saçların kısalır, kadın olduğunu anımsatmak pahasına kan kızıla boyanır. Elbiseler, askılılar dişiliğin temsilcileridir, dikkatleri başka yöne çeker; bu yüzden fularlar takılır, küpeler büyür ya da uzar. Uzun etekler kalkan olur kem gözlere, çapkın bakışlara. "Kadın başı" ile çıkılır yola ya, aslında erkeksi ağızlar sırtlanır mücadeleyi.

Kadın olmak otuzuna kadar evlenmemişsen, bunun kendi tercihin, hatta bunun bir tercih olduğunu insanlara anlatmak zorunda olmak, ama ağzınla kuş tutsan da gözlerdeki "aslında istiyor” ya da “istersin istersin sen de istersin, istemeden olur mu canım" bakışlarını silememektir. Evlenmemiş olmanın, eksik insan muamelesine maruz kalmakla eşdeğer olduğu bir ortamda büyümektir.

Kadın olmak karmaşa demektir; nerede duracağını bilmen gereken bir dünyada nerede duracağını bilememektir. Çok gülersen duyacağın pişmanlığı, çok susarsan kibirli olmakla takas edebilmeyi bilmek demektir. Hemcinslerinin birbirlerine yaptıkları kötülükleri her gün televizyonlardan izlemek, izleyip de kadın olmaya yüklenen atıflara için yana yana hak vermek demektir. Bir hemcinsine yardım eli uzatan kadının, nasıl da içten içe haline şükrederek karşısındaki kadına acıdığını görmek ve bunu içine sindirmek demektir. Güçlü kadının hem işini, hem evini, hem anneliği, hem eş olmayı bir arada yürütebilmek demek olduğu, kocasına hayır diyebilmenin ve istediği zaman kuaföre gidip saçlarını boyatmanın özgürlük olduğu, başına hiç gelmediyse “asla” ile başlayan cümlelerle yükseklerden atıp, başına geldiğinde de “önemli olan ruhen aldatmamak” deyip susmanın, evliliği kurtaran kutsal bir görev sayıldığı bir ortamda yaşamaya çalışmak demektir. Her şeyin en iyisini annelerin bildiği, gömlek yakalarının veya kollarının beyazlığı ile mutlu olan kadınların olduğu reklamlara maruz kalmak; insan olana, ahlaklı olana yapılan ayrımcılık yetmiyormuş gibi bir de kadın olmanın getirdiği ayrımcılığa feminist olmadığını anlatmaya çalışarak göğüs germek demektir. Kocadan dayak yemenin aile içi mesele olduğu, namusun iki bacak arasında sıkışıp kaldığı güvensiz bir dünyada, başına gelebileceklerden korkup içten içe bir kız çocuğu doğurmamayı dilemek demektir. Bir gün, sırf bundan sonra onsuz yaşayabilme hakkını ve gücünü yüzüne söyleyebildiği için egosu incinen kocası tarafından sokak ortasında vurulan bir kadının, gazetelerin üçüncü sayfasında çıkan fotoğrafına bakmak; durup sadece bakmak demektir.

Zaten bir kadın nereye kadar ilerleyebilir, uzayabilir? Okul okumuşsa, tatili bol mesaisi az bir işi varsa, vakti zamanında helal süt emmiş bir kocaya varmışsa, hele bir de nur topu gibi bir evlat getirmişse dünyaya, bir kadın daha ne isteyebilir ki?

olsun demek de zor artık, çocuk düşlerimiz yok artık

Dün küçük bir kız çocuğu bana bir peri masalı anlattı. Uyku perilerinin ona göründüğünü söyledi. “O zaman ben de uyuyayım, belki uyku perileri benim rüyama da gelirler” dedim. “Hayır” dedi, “uyursan göremezsin. Ben bir gece sabaha kadar bekledim, hiç uyumadım, bana geldiler.”
En son ne zaman, gün içerisinde canımı sıkan bir şeyden ötürü değil de, içimi kemiren bir heyecan yüzünden uyuyamadım? Ben de inat etsem, gözlerimi kapatmasam, sabahı beklesem? Büyülü gerçekçi bir roman okumanın zamanı gelmiştir…..

7 Haziran 2011 Salı

Yazıyor muyum?

Bu yazıyı yazarken anahtarımı şirkette unuttuğumun ve yarım saat kapıda kalacağımın farkında değildim. Olsaydım unutkanlık üzerine yazardım herhalde:-)


Çalışamıyorum, uyuyamıyorum, okuyamıyorum. Bütün bunlar elimden alındığında yapabildiğim en iyi şeyi yapıyorum: Yazıyorum. Kelimeler içimden taşıyor, kafamı toparlayamıyorum. İçimden taşan kelimeler, kalemle buluşunca bir yerde takılıp kalıyor. Oysa ben içimden sürekli yazıyorum. Aklım pek çok öyküye gebe; ama hiçbirine hayat veremiyorum. Düşler, yazıya dökülünce gerçeğe yaklaşıyor. Gerçeğe yaklaşan her şey sevimsizleşiyor. Aklımdan sevimsiz kelimeler geçiyor. Hepsi kalemin ucunda asılı kalıyor. Düş, düş, düşmüyor. İçimi dök-e-mi-yor-um!