31 Ağustos 2009 Pazartesi

beş kişi

Bir ofis odası. Benim dışımda dört kişi. Farklı kültürlerden, farklı alt yapılardan gelmişler. Farklı geçmişleri, farklı düşünceleri var. Çoğu zaman birbirimizi anlamakta zorluk çekiyoruz. Bir oda, pek çok insan, değişik yaşamlar...

Gezilecek ne çok yer var, tanışılacak ne çok insan... Yaşanacak yeni şehirler var. Dinlenecek yeni şarkılar, okunacak kitaplar var. Üretilecek düşünceler, paylaşılması gerekenler var. Dünyanın bir yerinde bitip başka bir yerinde başlayan savaşlar var. Ölen insanlar var, öldürülenler, ölmeye yatanlar, ölümü izlenenler, ölmesine izin verilenler, ölüme kaçanlar, ölmeye çalışanlar… Keşfedilecek kokular, tatlar var. Kanunlar, düzenler var. Kat edilecek kilometrelerce yol var. Deniz, güneş, yağmur var. Selden mağdur olanlar, susuz kalanlar, yangında yok olan milyonlarca ağaç var. Alınacak evler, arabalar, teknolojik aletler var. İşsizlik, açlık, parasızlık var. Sesini yükseltenler, susanlar, susturulanlar, yürüyenler, barikat kuranlar var. Yeni hikâyeler var.

Bir ofis odası. Benim dışımda dört kişi. Oturuyorum; oturuyoruz.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

tik tak

Önce sen yaz, sonra ben yazayım. Hep birbirini takip eden konuları irdeleyelim. Hatta tek bir konu bulalım, sonsuza kadar onun üzerine yazalım. Mesela aşk, mesela sevgi, mesela hayat, mesela şaka, mesela tü kaka! Sen, ben, tik, tak... Çalışsın saat, yürüsün zaman!

25 Ağustos 2009 Salı

KAYIP YAZININ PEŞİNDE 2

Bugün yazılarımı aramayı bıraktım. Vazgeçtim..Gücümü başka alanlara yöneltmeye karar verdim ancak neler olabileceğine karar vermedim henüz. Belki geçen sene büyük bir heyecanla aldığım ama parçalarını tonlarına ayırmaktan başka birşey yapmadığım puzzle'ı tamamlarım. Belki oturduğum masanın hemen yanındaki rafa, sürekli gözüme takılsınlar da ibret olsunlar diye boy boy sıraladığım kitapları tozlarından arındırıp okurum. Belki, bazı sayfalarını atlayarak, farklı tarihlerde üzerlerine önemli önemsiz notlar çiziktirdiğim ve aslında işe yaramalarından ziyade kapaklarına ve sayfalarına vurulduğum için biriktirdiğim o küçük not defterlerimi önüme dizer ve düzenlerim. Belki benim için vazgeçmenin zamanı gelmiştir; hayatım için çok anlamlı olduğunu ve onlarsız tam olamayacağımı düşündüğüm bazı şeylerden..

21 Ağustos 2009 Cuma

Delilerden sen anlarsın konuş onlarla..

Nasıl da heyecanlandım yazını görünce! Halbuki senin yazmanı beklemeden de yazabilirdim. Sonuçta böyle bir sıra yok ki, bir ben bir sen..ama nedense yazılarıma bir ses gelmeyince kalakalıyorlar yazıldıkları yerde..

Sen cevaplar yazacaksan sadece, ne anlamı kaldı bu bloğun dışarıdaki rutin hayattan??

İçimdeki cümleleri serbest bırakmak istiyorum. Diyorum ki, eğer karşımdaki insanlara içimden geçenleri söyleyebilirsem sansürsüz; o zaman belki de aynı saatte uyanmak o kadar da zor gelmez bana. Bunu o kadar çok der oldum ki kendime; bazen de diyorum ki acaba ben çalışmaya başladım başlayalı ikiyüzlü falan mı oldum? O kadar mı saklıyorum insanlardan gerçek düşüncelerimi? Neler diyorum ben? Amma çok şey diyorum..diyorlar ki bazen gözlerimden..

Abes ile absürd arasındaki fark nedir? Sanki absürd biraz daha düzenli. Efenim eğitim jargonuyla (!) diyecek olursak, yapılandırılmış bir abes sanki absürdlük. Son zamanlarda abesle iştigal ediyorum fazlasıyla. Ortalıkta, gündüz vakti çiğneniveriyor tüm sosyal kurallar. Allah Allah diyorum, ben mi yanlış anlıyorum yoksa bu düzen mi böyle? Bak yine bir şeyler diyorum ben..diyorlar ki bazen geceler boyu..

Kararlarını neye göre verirsin? Daha doğrusu kararlarını neye göre düzene sokarsın? Hani şu bilindik kitap cümlelerinden mi kullanırsın yoksa: yüreğimin götürdüğü yere giderim. Ya da senin için ihtiyaçların mı daha önce gelir? Ben inanmıyorum bir sabah kalktım da her şeyi değiştiriverdim masalına. Hayatın kendisine verdiğini kabul eden insanlar, o çok güçlü görünüp her şeyi kendi kararıymış gibi yaşayan. Her şey kendi kararımızdan ibaretse niye taşısın Sisyphus’çuk o koca taşı sürekli??

Sen en iyisi bir gece ansızın gel de..tazelikle

20 Ağustos 2009 Perşembe

Deli miyim neyim?

Yazdıklarını tekrar tekrar okuyorum; ama içimden onlara cevap vermek gelmiyor. Başka konular üzerine yazmak istiyorum. Mesela çalışmak üzerine, hiç bilmediğim bir yere gidip yeni bir yaşam kurmak üzerine, yeni ilgi alanları, yeni arkadaşlar ve onlarla birlikte gelen yeni kaygılar edinmek üzerine…

İşe geliyorum, her gün aynı saatte… Bunu yapabilmek için her sabah uyanıyorum, aynı saatte… Sabah kalkabilmek için her akşam uyuyorum, aşağı yukarı aynı saatte… Zamanın varlığına inanmak için rutinden mi yararlanıyoruz? Deliler belki de bu yüzden deli. Zaman kavramını yitirmiş hepsi. Ölümün yaklaşık olarak ne zaman geleceğini kestiremediklerinden vakitlerini bol kepçeden harcıyorlar. Out of mind, out of time!

Hem aklını başında tutup hem de zaman mevhumundan kurtulmak mümkün mü? Mesela, bir sabah gereken zamanda kalkmasam, gereken yere gitmesem, gereken işi yapmasam, sebep gösterirken gereken cevabı vermesem, benden beklenen davranışları sergilemesem…

9 Ağustos 2009 Pazar

KAYIP YAZININ PEŞİNDE

Belki de anlamı olmayan bir sürü kelimeden oluşuyordu. Belki de bir anıyı bile içermiyordu. Sığdı, düzdü, duygusuzdu belki..Şimdi kayıp ya; daha da büyüdü gözümde. Yazı'm, nerdesin?

Öfke içinde yazılmış mektuplar buldum yazımı ararken. Aklıma Enis Batur geldi. En iyi "kitap ilk cümlelerini" topladığı (kaç kitap olduğunu hatırlamıyorum) bir kitap yayınlamış. Mektuplarımda çok fazla "ilk cümle" gördüm ben de. Böyle çağlayan gibi dalıvermişim anlatıya, sonra da su aşağılara saçılmış, kaybolmuş. Toparlanıp bir nehir bile olamamış kelimelerim.

Okunmayı bekleyen kitaplarım bana bakıyorlar raflardan. Adlarını öyle çok gördüm, sayfalarını o kadar çok karıştırdım ki, sanki hepsini okumuş gibiyim. Sana da oldu mu hiç? Aslında hiç okumadığın bir kitabı yalayıp yutmuşsun gibi hissedip, soran gözlere heyecanla "Evet, evet, okudum!" dedin mi? Sonra pembecik yanaklarınla oradan buradan hatırladığın bilgilerle sohbeti geçiştirdiğin? "Little knowledge is dangerous.."

Ne tatlıydı değil mi Ümit hocamız? Sınıfta dersin ortasında şaka yapıp bize Einstein'in şu ünlü fotoğrafındaki gibi dil çıkarışını hatırlıyorum. Ne güzel şey bilgi ile olgunlaşmak, komplekslerinden arınmak..Bu ülkede kimsenin 30-35'ine kadar konuşmasına izin vermiyorlar. Sonra da sustur susturabilirsen. Bak yine rafta Canetti'nin Körleşme'sine takıldı gözüm. Sahi biz seninle Körlük'ten konuşmadık daha değil mi??

Geçmiş zaman olur ki..

Kaybettiğim bir yazıyı arıyorum. Bulamayınca şüpheye düştüm; belki de öyle bir yazıyı hiç yazmadım. Ya da aslında bana ait olmayan bir yazıyı benim sandım. Öyleyse şimdi yazacaklarım da uydurma olabilir; hadi biraz insaflı davranıp "kurgu" diyeyim..
Küçükken Mersin'den İskenderun'a trenle giderdik. Öyle metro bozması hızlı trenle falan değil, bildiğimiz kara trenle. Uzaklardan gelen ve içime işleyen ıslık gibi düdüğü ve 9-8'lik ritmi andıran tekerlek sesleri ile çocukluğumun büyülü maceralarından biriydi tren yolculukları. Annemin ısrarlı uyarılarına ısrarla aldırış etmez ve bir koltuğun tepesine tüner, camı indirirdim. Çenemi çerçeveye dayar, raylardan gelen o mükemmel ritm eşliğinde kendimi çok özel hissederdim. Tren aslında küçük ve ortalama hayatlar içeren duraklara uğrardı. Hiç kimse özel değildi oralarda; kimi yakın yerdeki bir hastahaneye, kimi bir akrabasını ziyarete giderdi. Bu kompartımansız kısa yolculuklarda herkes yanında oturanla sanki senerlerdir tanışıyormuş gibi hayatlarını paylaşır ama istasyonlarda yine o küçük yaşamlara geri dönülürdü. Oysa cam kenarındaki ben, tren ağır ağır ilerledikçe daha da büyürdüm. Bir bendim yolcu olan, hikayesi olan. İstasyonların hiç de bu topraklara ait olmayan mimarisi, geride kalan bakışlar ve o koca tablalarını kafalarında nasıl taşıdıklarına anlam vermediğim is içindeki simitçi çocuklar. Nedense bir de salatalık kokusu. Yolculuğun yarısında açılan çıkınlardan yükselen o koku..Trenden inince hepimizin eli yüzü is içinde kalırdı. Hamamda, acımasız kese vuruşları üzerimdeki o kara isi temizlerken, bir tren macerasını da gidere akıtırdım. Mersin'e dönüşler hep gece olurdu. Mersin son istasyonlardan biridir. Tren istasyonu görenler bilir, rayların bitiminde çarpı şeklinde birbirine çakılmış koca iki tahta durur. Her seferinde şaşkınlıkla bakardım o tahtalara, sanki dünyanın sonu gibi. Yolculukla birlikte nice hikayenin de son bulduğu o istasyon, başıboş kelimelerin gezindiği bir son duraktı sanki.
Şimdi kaybettiğim yazı da orada mıdır? Yoksa geçmişim de çapraz bir tahta parçasıyla son bulan o lanetli durakta mı hapsoldu?

8 Ağustos 2009 Cumartesi

yola dair



12 Nisan 2008 Cumartesi

Yine yol... Yine yolculuk. Çok iyi bildiğim, ama aslında hiç bilmediğim bir ülkede, çok iyi bildiğim; ama mükemmel konuşamadığım bir dilde, hiç bilmediğim insanlarla ve çok iyi bildiklerimle birlikte gidiyorum. Yoksa geliyorum mu demeliydim? En azından yaklaşıyorum.

Buraya ait olmadığım kesin. Bunu kocaman kapkara gözlerime, uzun siyah saçlarıma ve bembeyaz tenime bakan herkes anlayabilir. Görünüşüm değilse bile ağzımdan dökülen kelimeler beni eninde sonunda ele veriyor. DISCOURSE!


Kim demişse "the country where the sun never sets", halt etmiş. Batıyor, hem de öyle bir batıyor ki bir daha yüzünü görene aşk olsun!


Neden her seferinde buraya geliyorum ve her gelişimde aidiyet hissi yakamı bırakmıyor diye düşünüyorum hep. Yirmi yedi yaşıma geldim, hâlâ bir çok soruya cevap bulabilmiş değilim. Bunun cevabını bulmak için de pek uğraştığım söylenemez. Londra'yı seviyorum, çünkü orada kimse "aidiyet"in ne olduğunu bilmiyor. Bilenler de bütün dünyanın kendilerine ait olduğunu sanıyor. Gülüp geçiyorum çoğu zaman. Oysa kimselerin vakti yok...

Bütün bu kalabalık, bütün bu sözcükler, bütün bu insanlar... Karışık, kafam çok karışık. İsmim hep benimle.

eskiye dair



Yeni mekânımıza eski bir yazı:

20 Şubat 2009 Cuma

Eskiden daha mı masumduk? Masumiyetin zamanla bilgiye mi tecrübeye mi yenik düştüğünü merak ediyorum. Sanırım tecrübeyle öğreniyor insan kuşku duymayı, her olayın ardında bit yeniği aramayı, insanların ikinci yüzlerini görebilmek için onlara temkinli yaklaşmayı, bazı şeyleri hep kendine saklamayı, yaşamına müdahale edilmemesi adına kendine duvarlar örmeyi… Bilgi ise bütün bunları üslubuyla yapmayı öğretiyor bize.

“Ben masumum,” diyebilmeyi isterdim; ama “masumiyet” büyüklerin dünyasında “saflık” olarak adlandırılınca işler karışıyor. Masum olduğunuzu göstermek pek de sizin sandığınız kadar iyi bir özellik olmayabiliyor. Oysa ben, hâlâ eski zamanlara öykünüyorum, boyumun Küçük Prens’le aynı olduğu, küçük gezegenimde yaşadığım anlara… Öyle ki bütün bildiklerimi ve tecrübe ettiklerimi o günlere dönebilmek için unutmaya hazırım.

Çok iyi konuştuğum İngilizce’yi unutup yabancı şarkıları sesleri taklit ederek söylemeyi isterdim. Elimi kolumu tutamadığım, içimin içime sığmadığı anlarda insanların bana uzaydan gelmişim gibi bakmamasını, kitaplardan bahsedildiğinde gözlerimin ışıldamasını, müziğin hayatımın bir parçası olmasını, yazının benim için vazgeçilmez olmasını, yaşanmışlıklarımı anlatabilmeyi, konuşurken yargılanmamayı isterdim. Ansızın içimden ağlamanın geldiği anları azaltabilmeyi, sağ elimin orta parmağında çıkan nasıra inat bilgisayar yerine kalem kullanmayı, babamın işten gelişini dört gözle beklemeyi isterdim.

Sanırım bir parçam büyük bir özenle kesip yapıştırdığım karton evlerin bir köşesinde, yeşil gazoz şişelerinde, sırça misketlerde, siyah-beyaz televizyonlarda, salıncaklarda, sokaklarda oynanan oyunlarda, ağaçlardan toplanan meyvelerde takılıp kaldı; geriye kalan parçalarım da onlara özlem duymaktan hiç vazgeçmiyor. Yaşamım, adımın hakkını veriyor.