24 Kasım 2011 Perşembe

Hayallerim, Param ve Bedelli





Söylediklerine bakılırsa para,
Bütün kötülüklerin kaynağı bu zamanda;
Fakat zam istemeye kalkarsan
Zırnık koklatmamalarına şaşma.

23 Kasım 2011 Perşembe

― Evet, çok sevindik. Bütün planlarımız alt üst olmuştu, dedi.
― ...
― Evliliğimizi bir sene ertelemek zorunda kalacaktık, çok iyi oldu.
― ...
― Evet, evet. Düşünsene, işi bırakacaktı. Geri döndüğünde işe alınıp alınmayacağı da belli değildi.
― ...
― Her neyse işte, süper oldu bu bedelli. O kadar zamanını boşa harcayacağına parayı verip kurtulacak. Acayip sevindik.

O an, onu hüngür hüngür ağlarken hayal ettim. Ölen nişanlısının ardından ağlayarak "Vatan sağ olsun!" diyordu. Çok paramız olsaydı böyle olmazdı diye düşünüyor, gözyaşlarını tutamıyordu.

― Oh! Şimdi düğünü yapabiliriz, dedi.
― ...
― Yok kızım, müslüman düğünlerinde bi' numara yok. Hristiyan düğünü yapıcam kendime.
― ...
― Boş versene ya. Yabancı filmlerdeki gibi olur işte. Ne güzel.
― ...

Bir anda, onu üzerinde gelinlikle bir pederin karşısında durmuş, ne anlama geldiğini bilmediği bitmek tükenmek bilmez duayı dinlerken ve ölesiye sıkılırken tasavvur ettim. Düğünden sonra soranlara "Tam hayallerimdeki gibi bir düğündü." diyordu.

― Bana şunu söyle sen. Bunu yapınca sana maddi bir katkısı olacak mı, dedi.
― ...
― Ha! O zaman tamam. Yap bence.
― ...
― Madem sana para kazandıracak bir sene çaba göstermeye değer.

Birden, onu senelerini üniversiteye verdiği halde mezun olduktan sonra ataması yapılmayan bir öğretmen olarak zihnimde canlandırdım. Kimsenin duymayacağını bile bile "Verilen sözler tutulsun." diyordu.

Düşündüm. Parası bol, hayalleri Hollywood filmlerinden beslenen, yaptığı her işin maddi getirisi olması gerektiğine inanan bir kadının telefon konuşması, memleketin hâlini özetleyebilir miydi?

Düşündüm. Parası olmayan bedelli askerliğe sevinebilir miydi, Hollywood filmleri tadında bir hayat yaşamak isteyebilir miydi, kendisine maddi kazanç getirecek ek eğitim alabilir miydi?

Düşündüm. Yukarıdaki telefon konuşmasını yapan kadın, hayata bir kez olsun benim onu hayal ettiğim yerlerden baksa dünyanın gidişatı değişebilir miydi?

Düşündüm. Hiçbir şey demedim.

19 Kasım 2011 Cumartesi

Ömür Boyu Zaman Hesabı


19 Kasım 2011 Cumartesi

Benim Güzel Çamaşırhanem'i okuyalı dokuz yıl oldu. İngiltere'ye taşınıp "güzel çamaşırhaneleri" yakından göreli sekiz yıl... Kara Plak'ı kaybedip bir yerlerden çıkmasını umduğum için yenisini almayalı altı yıl... Gün Boyu Gece Yarısı'nı alalı tam bir yıl, okuyalı üç ay on bir gün... Hanif Kureishi'yi dinlemek için Pera Müzesi'ne gidip Kureishi'nin film çalışmaları yüzünden İstanbul'a gelemeyeceğini öğreneli bir buçuk ay... Okuduğum her kitap üzerine yazı yazamadığımı, bazılarını okuduktan çok sonra aklıma onlarla ilgili kelimelerin üşüştüğünü anlayalı sadece birkaç gün...

Evde oturmuş annemle memleket ve insan ilişkileri hakkında sohbet ediyordum. Annem konuşmasına devam ederken onu dinlemek yerine Gün Boyu Gece Yarısı'ndaki öyküleri düşündüğümü fark ettim.

Kitaptaki karakterler hayattan öç alır gibi davranıyorlardı. Yanlış insanlarla doğru ilişkiler yaşamaya çalışıyorlar; ateşli bir aşka tutulmuşken, birlikte oldukları insanlar için her şeyi yapmaya hazırken zor durumda kalınca ilişkilerini gözlerini kırpmadan bitiriyor, yara almadan başka bir hayata adım atabiliyorlardı. Mesela bir kadının kocası ve sevgilisi buluşup konuşabiliyor, ikisi de kadın üzerinde hak iddia edebiliyorlardı. Kadınınsa bundan hiç haberi olmuyordu. Hırslılardı, önlerine çıkan fırsatları kaçırmamak onlar için büyük meziyetti. Ben uyuşturucuyu Türk filmlerindeki kötü adamların, kadınların içkilerine attıkları haplardan ibaret sanırken, 90'ların İngiltere'sinde pop kültürün beslediği karakterlerin uyuşturucuyu hayatlarının bir parçası gibi görmeleri ne tuhaftı.

Kendilerinden oldukça büyük erkeklerle birlikte olan kadınlar, evli kadınlara âşık genç erkekler, hiç şansı olmadığını bile bile kendini yazar olmaya adayan bir kadın... Tüm bu karakterler arasında geçen birbirinden ilginç diyaloglar, bir konudan diğerine sürüp giden konuşmalar... Sanki kimse birbirini dinlemiyor da  herkes o an aklından geçeni söylüyordu. 90'lı yılların İngiltere'sinde hayat, 2011 Türkiye'sindeki hayata uzaktan yakından benzemiyordu. Bir de son öyküde ait olduğu bedene başkaldıran bir penis anlatılınca işler iyice karışıyordu.

Annem dinlemediğim cümlelerini bitirince ortaya çıkan sessizliği doldurmam gerekti. "Evet, haklısın." dedim. Bir an birbirimizi dinlememek konusunda kitapta anlatılan karakterlere benzediğimizden şüphelendim. Annem hiçbir şey olmamış gibi konuşmayı sürdürünce bu fikri kafamdan çıkarıverdim.

Pera Müzesi'nde konuştuğum festival görevlisi, Hanif Kureishi'nin hiçbir yerde yayımlanmamış söyleşisini e-posta adresime göndereceğini söyledikten sonra en az beş kitap okundu, sayısız yazı yazıldı. Görevliden bir daha haber alınamadı. Ne Hanif Kureishi'yi ne de söyleşisini görebildiğim için aklımda Gün Boyu Gece Yarısı kaldı. Onu da böyle bir yazıyla aklımdan uzaklaştırıp kâğıda yaklaştıralı bir - iki saat oldu.

* Hanif Kureishi'nin yukarıdaki fotoğrafı Jane Brown tarafından çekilmiştir.

17 Kasım 2011 Perşembe

BİRİ SİZİ GÖZETLİYOR


Sıkı bir blog takipçisiyimdir ben. İlgimi çeken blogları en ince ayrıntısına kadar incelerim. Oradaki şarkıları bir bir dinler; nelerden bahsedilmiş, nasıl ifade edilmiş, görsellik nasıl kullanılmış, ne kadarda bir yazılmış, kaç yorum yapılmış hepsine bakarım. Sonra o bloğun takip ettiği bloglara sıra gelir. Bazen de bloğun takipçilerine.. Bu böyle gider. Başkalarının bloglarına gösterdiğim özeni kendi bloğuma göstersem herhalde şu anda gayet renkli bir sayfa okuyor olurdunuz. Kılık kıyafet konusunda da böyleyimdir ben. Vitrinde görsem bir türlü kendime yakıştıramayacağım bir şeyi birinin üzerinde görmem, onun bana uygun bir kıyafet olduğunu anlamama yeter. Sanki tüm bluzlar, montlar, çantalar başkalarının üzerinde güzel ve çekici.. Kağıda temas eden her cümle, göze temas eden her fotoğraf, tene temas eden her kıyafet, kulağa temas eden her şarkı tam benlik sanki. Sıkı bir hayat takipçisiyimdir ben. Dikkat edin, izleniyor olabilirsiniz. Ya da bırakın dağınık kalsın, doğalı daha güzel..

16 Kasım 2011 Çarşamba

Sinek Isırıklarının Müptelası










"Yaz tatilinde bir şey okudun mu?" diye sordu birden.
"Ben okumayı pek sevmiyorum. Yazmak daha zevkli."
"Okumadan nasıl yazıyorsun?"
"Yaşadıklarımı not ediyorum."
"Okumadan nasıl yaşıyorsun?"
Cevap yok.

Emrah Serbes, Erken Kaybedenler


Yazmak üzerine çok fazla düşünüp eyleme geçemediğim zamanlardı. Elime aldığım kitabın tanıdık yazarı  bana yine hüzünlü bir aşktan söz edecek diye beklerken karşıma aşkla ve umutla dolu bir yazma - yazamama hikâyesi çıkıverdi.

Bulunduğum şehre yerleşmeli miyim yoksa gitmelere tutulan yanımın yolundan çekilmeli miyim diye düşündüğüm günlerdi. Gözlerimi  bağışladığım kitap "Gidecek misin yoksa kalacak mısın bilmemek gençliğe özgü bir şey değil mi zaten! Ne istediğini yaşlılar bilir." deyiverdi.

Takıntılar edindiğim, küçük şeylere üzüldüğüm, ufak dertlerden yakındığım, yaptıklarımı sorguladığım, nereye gittiğimi, buradan sonra ne yapmam gerektiğini bulmaya çalıştığım anlardı. Bir ara  İstanbul'u mekân edinip yüreğimi hoplatan kitap, kafamdakilere basit bir cevap sunuverdi: "Hayat hiçbir yere varmıyor."

"Bu kadar kitap okuyorum da ne oluyor, yaşıtlarım çoluğa çocuğa karıştı, ben hâlâ kendimi geliştirmek peşindeyim, koşturup duruyorum. Belki de durmalı, durulmalıyım." diye düşünüp kendimi durduramadığım vakitlerdi. Sayfalarında kaybolduğum kitap, buna da bir karşılık yapıştırıverdi: "Edebiyat okurları aslında okudukları her kitapta insanı muayene ve ameliyat eder. Bu yolla edindikleri bilgi, görgü yaşayarak elde edilemeyecek kadar büyüktür ve insana dair her şeyi anlarlar, sahiden anlarlar."

Dış dünyaya bir türlü ayak uyduramadığım, etrafımdakilerin savaş çığlıklarına katılamadığım, öcünü çocuklardan almaya çalışanlara hayretle baktığım, eşitlik ve aynılık üzerine kafa patlattığım sıralardı. Cümlelerine karıştığım kitap karşıma yeni kelimeler çıkarıverdi: "Dünyamızda alışılmışın dışındaki her şeyin açıklanması gerekir ve bu hiç de masum bir gereklilik değildir. Açıklama yaparsınız, neden gösterirsiniz, makul gerekçeler sunarsınız, sonra bir de bakmışsınız tam da sizden açıklama bekleyenlerin dilini kullanıyorsunuz, kendi dilinizi değil."

Yine aynı şey oldu. Elim kitaba kesti. Sinek Isırıklarının Müellifi bedenime eklendi. Barış Bıçakçı her seferinde böyle tesadüflerle gelirse içimde ağır bir patlama yaşanacağından korkuyordum ki kitabın kahramanı "Hiç acıtmayacak!" dedi. Barış Bıçakçı içimde bir yerlere dokundu, hiç acıtmadı. Okumak, bunca tumturaklı cümle içinde en basit olanlara vurulmak mı demekti? Yoksa sadece "sinek ısırığı gibi bir şey hissetmek" miydi?

10 Kasım 2011 Perşembe

AH ŞU BENİM ZEYTİN YİYEMEYİŞLERİM


Küçüklüğümden beri zeytin yiyemem. Küçüklüğüm diyorum, sıvı gıdalardan katı gıdalara geçiş tarihime kadar gidebilir bu. Artık kabuğuna mı alerjim var, rengine mi ya da o zamanlar henüz minnacık olan beynim bana zeytin travması yaşatacak psikolojik bir durum mu oluşturdu bilemiyorum. Bildiğim, yeşilini de siyahını da gördüğümde, dokunduğumda veya ezkaza ağzıma attığımda mide özsuyumun hareketlenmeye başladığı.. Maşallah boğazım iyidir, o kadar şey yiyorum, zeytin eksik kalabilir. Benim için bir sakıncası yok. Ama öyle olmuyor. Bu hayat bana zeytin yiyememe aşağılık kompleksini de yaşatmayı başarıyor.

Bir kere zeytin sofraların baş tacı. Ekmekten sonra o geliyor, bir nevi vezir. Fakirin vazgeçilmezi. Bir sağlık abidesi. Her şekle girebildiği gibi her şekli de makbul. Yağı mesela, yüzyıllardır her derde deva olarak kullanılır (ki benim zeytinyağı ile bir problemim yok). Gel gör ki, Allah da beni kahretsin kib, ben bu değerli ürünü yiyemiyorum.

Hep suçluluk duydum. Defalarca gizli gizli zeytin yemeye çalıştım. Bir elimde o tadı gidermeye yarayacak başka bir yiyecek, diğer elimde gulyabani gibi yüzüme sırıtan zeytin. Her defasında fiyasko ile sonuçlandı. Ailemde olsun, çeşitli sosyal ortamlarda olsun bu eksikliğim ortaya çıktığında aynı şeylere maruz kaldım: “Aaaaa, zeytin yenmez mi?” “Aaaa, nasıl yani, zeytin bu beee!!” “Aaaaa, sen de kahvaltı ettiğini mi sanıyorsun, zeytinsiz olur muuuu!!!” Oturduğum sofralarda zeytin yemediğimi öğrenip bunu üzerine alınan ve hemen karşı saldırıya geçen tipler oldu: “Nasıl yiyemezsin, denedin mi hiç?” (Yok canım, denemedim, geri zekâlıyım ya, denemeden yiyemiyorum diyorum). “Siyahını yiyemiyorsundur sen, yeşilini yesen böyle demezsin” (Kardeşim benim çocukluğum yeşil zeytinleri salamura yapmak için tokmaklamakla geçti; yeşili de siyahı da aynı şeyi yapıyor bana bunun!) “Sen güzelini yememişsin, bak bunu bir dene, bugüne kadar yemedim diye kafanı duvarlara vuracaksın.” (Asıl bu işkence bitmezse gidip kendimi aşağı atacağım!) İşi daha da ileri götürüp ailemi suçlayan bile oldu: “Annen seni alıştırmamış, küçükken yedirecekmiş, böyle böreğin içinde bir yedin mi tamamdır” Aaah zavallı annem; benim yaşadığım psikolojik şiddeti o da hissedip bana sarelle kıvamında az mı zeytin ezmesi yedirmeye çalıştın! Olmadı işte.. Başka yerlerde yapılan kahvaltılar kâbusum oldu. Sofralarda gitgide silikleştim. Beni olduğum gibi kabul etme kriterlerinin ilkine zeytin yiyemeyişimi kabul etmeyi getirdim. Arkadaşlarımı buna göre ayırdım. Bugüne kadar bir kişi çıkmadı ki zeytin yiyemesin de şöyle güçlerimizi birleştirelim. Manyak ettiniz lan beni!!

Bu mendeburu, bu çocukluğumun güzel kahvaltı saatlerini bana zehir eden cenabeti yiyemememe rağmen bugüne kadar kendisi hakkında tek kötü söz söylemiş değilim. Önünde hep saygıyla eğildim. Ama o her seferinde bana çirkin yüzünü gösterdi. Aslında gördüğüm şeyin zeytinin değil, insanların onun aracılığıyla gösterdiği yüzleri olduğunu büyüdüğümde anladım..

Yavaş yavaş bu durumumla barışmaya başladım. Benim gibi genelde yapılan şeyleri bir sebepten yapamayan insanların da aynı şeye maruz kaldığını fark ettim. Mesela peynir yiyemeyen biriyle tanıştım ki onun durumu benden de vahimdi. Gelen tepkilerle mücadele etmeyip akışına bırakmayı öğrendim. Gayet sakinim artık, gülüp geçiyorum. Zaten dikkat ettim, otuzumu geçtiğimden midir nedir, zeytin avcıları da “bundan artık bu saatten sonra bir şey çıkmaz” deyip başka kurbanlara yöneliyorlar.

Çok çektim şu zeytin yiyemeyişimden çok. Benim bir de alkol almadığımdan ötürü gördüğüm psikolojik şiddet vardır ki o başka bir yazının konusu….

1 Kasım 2011 Salı

HAYAT SEVİNCE GÜZEL

"Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal’e âşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu."
Barış Bıçakçı, Bizim Büyük Çaresizliğimiz

Bilmem farkında mısın, seninle ne zaman konuşmaya başlasam gözlerimi kırpıştırıyorum. Bu o kadar sık olmaya başladı ki neredeyse sana karşı bir tik geliştirdiğimi düşüneceğim. Belki konuşurken gözümü kırpıştırdığım başka insanlar da vardır; o zaman sana benzedikleri mi için mi yapıyorum bu hareketi? Anlasana, seni özel kılmaya çalışıyorum.

Bu odada çok yalnızım. Pencerede yoldan geçen satıcıları izliyordum. Arada bir dönüp kafalarını kaldırdıklarında hemen içeri kaçırıyordum kendimi. Beni görüp de kendilerinden bir şey alacağımı zannetmesinler diye yaptığım bu hareket gitgide bir oyun halini aldı. Yoldan geçenlerin kafalarına bir şeyler atıp saklanan yaramaz çocuklar gibiyim. Önce birini gözüme kestiriyorum. Ona öyle derinden ve ısrarla bakıyorum ki sanırım birinin kendisini yukarıdan izlediğini fark ediyor. Şimdiye kadar başını çevirmeden geçeni görmedim. Başlarını çevirdikleri anda hızla içeri kaçıyorum. İşin sırrı görünmemek veya fark edilmemek değil. İşin sırrı bir anda yok olmak. Bilsin ki orada biri vardı ve az önce kendisine dik dik bakıyordu. Her gün aynı saatlerde geçen bir teyze var. Üzerine geçirdiği uyumsuz etek ve bluzu, elinden hiç eksik olmayan eskimiş bir eczane poşeti ve sıkı sıkıya bağladığı başörtüsü ile koca kıçını devire devire geçiyor yoldan. Ağır bir yürüyüşü var. Uzaktan çok seçilemese de sanki ağzını oynatıyormuş gibi, kendi kendine konuşuyor. Yüzündeki ifade bir şeylerden şikâyet eder gibi. Başını yukarı çevirdiği zaman ben kaçtığımda muhtemelen kafasını iki yana sallayıp “cık cık” ediyor. Bu oyunun en kötü yanı da bu; insanların ben kaçtıktan sonra ne yaptığını göremiyorum. Biraz bekledikten sonra yeniden pencereye döndüğümde bazılarının tekrar yukarı baktığını görüyorum, hemen kaçıyorum. Sonra kayboluyorlar. Birisi de durup benimle yarışmıyor. Ama bu teyze farklı. Sokaktan geçenlerin bazıları tandık ama her gün hiç sektirmeden aynı saatte geçen bir bu teyze var. İlk günler kayıtsız kaldı. Sonra tekrar tekrar dönüp baktı arkasına. Bir vakit sonra yüzünde o hırslı ifadeyi fark ettim. “Seni yakalayacağım” diyordu, “eninde sonunda; kaçamayacaksın”. Öyle sanıyorum ki kaçtığım zaman beni pencerenin ardında da görüyor. İzliyor, biliyorum. Bir gün yoldan geçmezse ne yaparım bilmiyorum..

Az önce aynaya baktım, gözlerimi seninle konuştuğum zamanlardaki gibi kırpıştırdım. Komik görünüyormuş. Arada bir eve uğrayan insanların yüzlerini izliyorum. Mimiklerini bir büyüteçle bakar gibi inceliyorum. Fark ettim ki konuşurken çizgileri çok belirgin olan insanlar psikolojik problemlerinden daha fazla bahseden insanlar. Kimisinin hiç ifadesi yok. Hiç bir insanı ince belli çay bardağı ile çay içerken izledin mi? Ya da çatal ile bıçağı aynı anda kullanmak zorunda kaldığında. Dikkat et, o anlarda hayatı durduruyorlar. “Bir dakika” diyorlar, “şu çayımı bir yudumlayayım, kaldığımız yerden devam ederiz”. Zamanın sürekliliğini bozan bu davranışları beni bozmuyor. O aralarda nefes alıyorum. Anlayışlı bir tebessümle çaylarını içmelerini ya da böreği küçük parçalara ayırmalarını bekliyorum. İşte o anlarda dışarıdan gelen sesleri duyuyorum, okuduğum kitaptan bir cümle hatırlıyorum, gözüme daha önce fark etmediğim bir eşya çarpıyor ve evimi daha çok seviyorum.

Bir gün evime gelen insanların kim olduklarını karıştırmaktan korkuyorum. İçimi panik kaplıyor. Aslında kimse umurumda değil, seni unutmaktan korkuyorum. Anlıyorum ki bu yüzden, ben hep gözlerimi kırpıştırıyorum.

Saate bakmayalı uzun zaman oldu. Hatta bir saatin neye benzediğini unutmuş gibiyim. Teyzenin sokaktan geçtiği zamanı kestirebiliyorum o kadar; o da yeni uyanmış olduğum saatlere denk geliyor. Teyzeyi görmek için mi uyanıyorum yoksa uyanma zamanım mı ona denk geliyor bilmiyorum. Belki de uyandığım an ile teyzenin sokaktan geçtiği anı kesiştirmek hayatıma güzel bir tesadüf heyecanı katıyordur.

Bazen evden sesler geliyor. Bilmiyorum, belki üst kattan da geliyor olabilir. Yerimden hiç kıpırdamıyorum. Ben sessizce dinlerken, o sesi çıkaran ayakların kaç numara olduğunu düşünüyorum. Senin güzel ayakkabılarının o ayaklara uyup uymayacağını. Aklıma bir zamanlar bir masal yazmak üzerine masanın başına geçtiğim bir an geliyor. Gençtim o zamanlar. Sokakta bir insanla göz göze geldiğimde dosdoğru gülümserdim.

Sanırım uyurken de gözümü kırpıştırıyorum. Bilmiyorum; bir izleyenim olsa..