31 Aralık 2009 Perşembe

UNUTMA GÜNLÜĞÜ IV

başkasının hayatını mı yaşıyorum ne? bu eşyalar bana çok yabancı, bu sözler, bu tavırlar. böcek; gelme üstüme!!

bence doktorlar yanlış teşhis koydular. kaç gün geçti hala fil gibi hatırlıyorum herşeyi. hani bir sivilce sönmeden önce püskürür ya dışarı yeşil yeşil; acaba benim hazıfam da öyle mi yapıyor şimdi? tanrım, birden mi büzülecek beynimde ne varsa?

dün yeni biriyle tanıştım. asabi bir kız, sanki tüm dünyayla derdi var. gülerek bir şeyler söylüyor, sonra karşıdakine öyle bir bakıyor ki kendini suçlu zannediyor insan. bir ara göz göze geldik ve gözlerinin yaşardığını fark ettim. güzel, uzun, kahverengi saçları ve kahverengi gözleri var. ağzı biraz daha büyük olsa alanis morisette diyeceğim. nasıl oluyor da ben saçlarımla bu kadar uğraşırken hep başkalarının saçları güzel görünüyor? başkalarının hayatı. kendime ilişkin algılarımı unutsam önce, şöyle yeni bir benlik edinsem en güzelinden. bunu hiç düşünmemiştim; acaba ben unutunca yerine yeni bilgiler gelecek mi? herşey yeniden şekillenecek mi? bunun üzerine düşünmem gerek, hazırlıklı olmalıyım. yoksa insan öyle bembeyaz bir boşlukta yaşayamaz de mi?

saramago'nun körlük kitabında kadın öyle tarif etmişti körlüğü: dipsiz bir beyazlık, hiç bitmeyen bir çığlık gibi. oldukça korkutucu; insan unutunca huzura kavuşacağını sanır. oysa bu tarif hiç de huzur vermiyor.

güzel kahverengi saçlı ve gözlü kız sanırım bana bakınca birşey ya da birini anımsadı. oysa ona mesleğimden bahsediyor bir yandan da mesleğim hakkında bu kadar çok cümle kurabildiğime şaşırıyordum. o ise benim bu uyanışımdan çok uzakta, kimbilir hangi unutulmuş bir anının karelerine dalmıştı. tüh, ne kadar da akıcı konuşuyordum...tam da benim gibi unutmak üzere olan birine göre üstelik..

o kıza bir isim vermeliyim..

17 Aralık 2009 Perşembe

BAŞKA TÜRLÜ BİRŞEY

Bugün bulutların arasında sadece benim gördüğüme inandığım ya da inanmak istediğim bir kızıllık gördüm. Ona uzun uzun baktım, yüzüme tuhaf bir gülümseme yayıldı. Saçma sapan olarak nitelendirilen bir olaya inananların neye ihtiyaç duyduklarını anladım.
Harabe halindeki bir evi, koca bir ele benzeyen makinenin nasıl yerle bir ettiğini izledim. Hayatın tozu dumanı arasında kaybolup giden ruhların neler hissettiğini anladım.
Kara bir hikâye yazmak istedim. Kırış kırış olmuş suratı, çatık kaşları, derin mavi gözleriyle bir adam bana baktı. Ekran karardı, rüyaya daldım.

5 Aralık 2009 Cumartesi

UNUTMA GÜNLÜĞÜ III

Tam da şu anda kendimi muhteşem bir müziğin akışına bıraktım. Zaman yavaşladı ve kelimelerim gitgide daha da yaklaşmaya başladı yüzeye. Adını da merak etmiyorum bu dinlediğim ezginin. Artık herşeyi bir telaş içerisinde biriktirmeye çalışmaktan yoruldum. Beynime fazla yüklenmemeye çalışıyorum, vakti geldiğinde duru bir hafıza ile hatırlamak istediklerimi görebileyim diye..Zarif bir dans iyi giderdi şimdi şu kemana. Karşımda bir dizi yazarın portresi var, siyah beyaz. Onların görkemli yaşamlarını düşünüyorum, diyorum unutacak ne az şeyim var...

1 Aralık 2009 Salı

UNUTMA GÜNLÜĞÜ II

uyandım; henüz sabah olmamış..Yanıbaşımdaki soluğu dinledim. Onun kim olduğunu hala hatırlıyorum. Tavandaki şekiller yardımıyla rüyamı canlandırmaya çalışıyorum. Kaybolmaya yüz tutmuş bir hafızayı canlandırmaya çalışırken gözlerimin açık ya da kapalı olması fark etmiyor. Hala hiçbir şeyi unutmuş değilim; daha doğrusu eskisinden fazla unutmuyorum. Bu, "o an"ın birdenbire gelebileceği anlamına mı geliyor?
dün çağrışım oyunu oynadım. Hani şu bir kelimeyle başlayıp ardından onun çağrıştırdığı ilk kelimeyle devam ettiğiniz oyundan. Çok fazla tekrara düştüğümü fark ettim. Mesela "kırmızı". Nedir kırmızı benim için; bilmiyorum?? Bu kelimeyi niye bu kadar tekrarladığımı da bilmiyorum. Öfkeli ya da tutkulu muyum? Bu bekleyiş beni sakinleştirdi halbuki..Belki de şu an hayatımdaki son renk kırmızı..Güzeeel; onun bir renk olduğunu unutmamışım henüz.
Saate baksam mı acaba? Güzel hayaller kurmaya çalışıyorum, kafamı boşaltmaya çalışıyorum, ne çelişki!! Zaman geçiyor, yanı başımdaki soluk ağırlaştıkça bedenim de ağırlaşıyor ama zihnim aydınlık. En çok böyle geceleri unutmak istiyorum..

14 Kasım 2009 Cumartesi

UNUTMA GÜNLÜĞÜ I

Bir süre sonra hafızamı yitireceğimi öğrendim..Artık unutmak istediklerimin yanı sıra unutmak istemediklerim de var ve her geçen gün daha da çoğalıp saldırıyorlar beynime. Nerelere gidip, kimleri görebileceğimin bir listesini yaptım. Evde bir sürü boş defter olmasına rağmen, kendime yeni bir defter aldım. Bu müsrifliğe çok takılmadım, nasıl olsa bir süre sonra unutacağım. Hayatımdaki insanları yazıyorum; onları her yönüyle tanımlıyorum, bazen eksik, bazen de yanlış tanıdığımı fark ediyorum. Hatta yarattığım ilişkiler varmış hayatımda, sanırım ilk onları unutacağım. Geçmişime bir zaman çizgisi yaptım, sınıflardaki duvarlarda boydan boya uzanan tarih çizgisi gibi. Önemli olayları yazmakla başladım önce, sonra baktım aç gözlülük edip atlayamıyorum bazı olayları; aklıma ne gelirse yazıyorum şimdi. Gündelik hayatın ve yakın geçmişin yoğunluğunda yitip gitmiş bür sürü ayrıntı çıkıyor ortaya. Aslında çoktandır unutuyormuşum ben.
Bir süre sonra unutacak değil de ölecek olsam, yapmak istediklerim çıkardı ortaya. Onları da mı yazsam? Böylece unuttuğum gün gelip çattığında, kendime hergün yapacaklar listesi hazırlayabilirim.
Saat üç. Doktor unutmanın yavaş yavaş mı birdenbire mi geleceğini söylemedi. Artık dün akşam yediğim yemeği ya da alışverişte alacağım herhangi bir şeyi unutmak beni o kadar da sinirlendirmiyor. Güzel bir sohbeti düşünüyorum daha çok. Onun yavaş yavaş (ya da birdenbire) silinecek ayrıntılarını.
Beyin ile ilgili okumaya başladım, nasıl işlediğine ilişkin yazılar buluyorum. Yeni bir şey öğrenmenin hazzı beni bekleyen son ile bağdaşmıyor. Sanki bunu engellemenin yollarını arıyor gibiyim ama o kadar da panik bir halim yok. Hatta unutmanın nasıl bir his olduğunu merak etmiyor da değilim. Tek üzücü yanı, bunu da unutacak olmam..

4 Ekim 2009 Pazar

bu sabah yağmur var istanbul'da


Bu sabah yağmur damlalarını gördüm, nasıl biraraya geldiklerini, nasıl hızlandıklarını, dinginlikten devingenliğe nasıl geçtiklerini, nasıl aktıklarını, kapalı alanda nasıl bir korku öğesi haline geldiklerini, nasıl can yaktıklarını, nasıl alıp götürdüklerini, nasıl mal çaldıklarını, nasıl cinayet işlediklerini gördüm.

Bu sabah yağmur damlalarının kocaman tırları nasıl devirdiğini, arabaları nasıl kapladıklarını, eşyayı nasıl sürüklediklerini, yağmacılara nasıl yardımcı olduklarını, insanları nasıl boğduklarını gördüm.

Bu sabah yol kenarlarına takılmış yırtık çantaları, yollara saçılmış ayakkabılarla giysileri, paçalarını kıvırmış suyun içinde yürümeye çalışan insanları, önüne kattığını götüren suyu gördüm.

Bu sabah sular altında kalan arabalar gördüm, az sonra öleceğini bildiğim insanlar; yürüyen, konuşan, ağlayan ölüler gördüm.

Bugün bütün bunların kimin suçu olduğunu düşündüm. Hangi devlet, hangi belediye başkanıydı bunların sorumlusu? Kimilerinin dediği gibi ihmalkâr İstanbul halkının suçu muydu tüm bunlar? Biraz benim suçum, biraz senin suçun muydu?

Ben bir tek yağmuru gördüm. Alt yapıyı, belediyeciliği, ilk yardım ekiplerini, yetkilileri, cemaati, cemiyeti görmedim. Kim bilir, belki sular altında kaldığı için çarpık kentleşmeyi de görmedim. Gözümle görmediklerimi suçlayamam. Ben yalnızca yağmur damlalarının, bulutlarla ve yağmacılarla yaptığı işbirliğini gördüm. Diğerlerini görmedim, duymadım, bilmiyorum.

11 Eylül 2009 Cuma

çalışma

Kimi kandırıyorsunuz? Herkes biliyor o bilgisayar ekranının ardında neler yaptığınızı? Diğer bir deyişle, neyi yapmadığınızı hepimiz biliyoruz. Çalışmıyorsunuz. Evet, hepimiz biliyoruz çalışmadığınızı.

Nereden mi anladık? Yüzünüzdeki o ciddi ifadeden değil tabii ki. Bu ifadeyi bulmak için uzun süre aynanın karşısında çalışmış olmalısınız ki en küçük bir şüpheye mahal vermeyecek şekilde bakıyorsunuz bilgisayara. Oysa fark etmediğiniz bir durum var. Size soru sorulduğunda cevap verme şekliniz sizi ele veren. Bir sual sorulduğunda işinizi bırakmak çok zorunuza gidiyormuş gibi on saniye için tereddüt ediyorsunuz. Gözlerinizi ekrandan alamıyorsunuz. (Bana kalırsa o anda ne düşünüyorsanız ondan da aklınızı alamıyorsunuz.) İşte bu on saniyelik duraksama sizi ele veren.

İnsan işini ne kadar çok severse sevsin, ne kadar meşgul olursa olsun, kendisine soluk alma fırsatı verecek bir sorudan asla kaçmaz. Üstelik işinin derinliklerinde kaybolmayı başarmak o kadar da kolay bir iş değildir. Oysa siz işinize en fazla beş dakika içinde konsantre olmuş gibi görünüyorsunuz. İşte bu mümkün değil, bunu gerçekten başarabildiğinize inanmam imkânsız.

Arada sırada kendi kendinize tebessüm ettiğinizi görüyorum. Uzun çalışma saatlerine rağmen gülümsemek de ne demek oluyor. Hele sorulara kaçamak cevaplar vermeniz yok mu? “Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?” “Hem öyle hem böyle efendim!” Hangi aptal birinin olaylara duygularını katmadan objektif yaklaşabileceğine inanır ki, allah aşkına?

Şimdi bana işinizi sevdiğinizden, onu eğlenceli hale getirdiğinizden bahsedeceksiniz. Bravo size! Ben bunca senedir çalışıyorum; ama işimi eğlenceli hale getiremedim. Diyelim ki siz bunu başardınız, size gülümseyerek veya aklınıza gelen bir düşünceye bir an için yoğunlaşarak zaman kaybetme hakkını veren ne?

Hayır efendim, kendinizi istediğiniz kadar savunun. Bu şirkette sizin gibilere ayıracak ne yerimiz ne zamanımız var. Artık gülerek çalışabileceğiniz bir yer mi ararsınız, aldığınız bu dersi kendi yararınıza mı kullanırsınız bilemem. Benim size tek söyleyebileceğim: Güle güle!

4 Eylül 2009 Cuma

HER TELDEN ÇALARKEN..

Sevgili Celal Salik,
Öncelikle belirtmeliyim ki, bir hayranınız değilim. Sadık bir okuyucunuz hiç değilim. Köşe yazılarınızı okuduğum o sevimsiz ve sabırsız zamanlarda içimde dizginleyemediğim bir sürü sözcükle baş etmek benim için hayli güçtü. Bunu önceden tüm ayrıntılarıyla düşünülmüş bir yazı sanmayın. Tam da şu anda uyduruveriyorum, sizin de aynısını yaptığınızı varsayarak. Diyeceksiniz ki, neden okudun beni o zaman ve neden şimdi bana yazıyorsun? (Aslında belki de demeyeceksiniz - ki benim inandığım bu çünkü siz size seslenen insanları zavallı, zeki, parlak, aptal olup olmadığına bakmadan arkanıza yaslanarak her ne derlerse desinler zevk için, evet sırf alaya alma zevki için dinleyen birisiniz). Öyleyse bu “diyeceksiniz” girizgâhı sadece benim bu sayfaları yazma sebebim gibi, aklımdan geçenleri anlatma güdüsünden kaynaklanıyor. Sırıtıyor olmalısınız – neyse ki dinliyorsunuz..
Bu, yarım yamalak, tatsız tuzsuz, keşkelerle yaşamanın hissettirdiği öfkeyi; kendisini dinleyen meraklı bakışlara yönelttiği uzun, upuzun bol terimli söylevlerin verdiği hazla ikame eden birinin seslenişi değil..
Bu, büyüdüğü evde, kendi annesiyle olan çatışmasının verdiği öfkeyle bir kelime daha duymasın diye annesi tarafından susturulan ve bu hareketi kız çocuğu olma martavalı ardına sığdırılan ve bu yüzden ileride ne zaman çok konuşsa kendini derin sessizliklere atmak isteyen bir kadının serzenişi de değil..
Bu, aynaya her bakışında gözlüklerinin ardına saklanmış bakışlarını bir gün keşfedecek erkeğini hayal ederken, bu arayışının hiç hesaba katmadığı duraklara uğrayacağından habersiz bir ergenin iç dökmesi de değil..
Bu daha çok, saçma da olsa, kalemini durduramamak; bir kerecik de olsa yazma eylemini kurgudan hayata geçirmek..
Zira siz de böyle bardaktan boşanırcasına kaptırıp gidiyorsunuz yazılarınızda ve sonradan araştırmak üzere aldığım birkaç ilginç tarihi ayrıntı olmasa, sıkıntıdan patlayacağım..
Evet, itiraf ediyorum; her ne kadar yazılarınızı olumsuzlasam da onları her okuduğumda küçük notlar alıyorum ve yine itiraf etmeliyim ki bu notlara bir daha asla dönüp bakmıyorum. Neden mi-bu yine size ait bir soru değil benim iç sesim oldu- sanırım hiçbir şey hissettirmese de ufak alışkanlıklarımın olması ve bunları sadakatle yerine getirmek beni rahatlatıyor. Mesela size her gün yaşadığım bir hadiseden bahsetmek istiyorum:
Efenim, her sabah içeri girmek durumunda olduğum iş yeri kapısında bir turnike var. Rutin hareketlerle, her sabah kartımı basıyor, yeşil okun işaret ettiği ve rahatsız edici bir sesin eşlik ettiği turnikeye dalıyorum. Bacaklarımla önümdeki demiri itiyorum ve tam kurtulup içeri dalmışken, turnikenin arkadan yetişen diğer demiri –söylemesi ayıp- popoma hafif bir şaplak indiriverircesine temas ediyor. Bundan kaçış yok gibi. Oyundan geç dönen bir torunun poposuna, kapı önündeki divanda oturan babaannenin hafifçe vurması gibi: “geç bakalım kerata, hoş geldin..” Turnikeden geçen diğer insanlara bakıyorum, kimse benim gibi gülümsemiyor. Sanırım bu yazıyı yazma sebebim, yazdıkça kendini ele verdi. Buradan sizin aracılığınızla ilan ediyorum: Var mı acaba; her sabah neyle karşılaşacağını bilmenin sıkıntısıyla, torbasındaki kullanacağı kelimeleri yeri geldiğinde bir bir seçecek; içeriğini anlayamadığı yönergeleri ruhsuz bir şekilde yerine getirecek; saatlerini çok da mucizevî sayılmayacak türlü ayrıntılarla geçirecek olmayı, bir anlığına da olsa unutan ve poposuna bir saniyeliğine değen demirin soğukluğuna hafifçe tebessüm eden?
Bir keresinde sevgilimle beraber çekildiğimiz bir fotoğrafı önüme almış ve bir şeyler yazmaya çalışmıştım. Fotoğraf öyle güzel ve etkileyiciydi ki ona baktığımda hissettiklerimi anlatacak kelime bulamadım. Birden aklıma gelen bu anıyı savuşturamadığımdan, şimdi izninizle yazıma burada bir son veriyorum. Gidip fotoğrafa tekrar bakacağım ve önünde hazırda beklettiğim kalemi elime alıp, hazırda açık duran kâğıda bir şeyler yazmaya çalışacağım.
Beni dinlediniz mi? Biliyorum, sadece okunmak size haz veriyor. Belki bu okuduklarınızdan, sonradan başkalarının okumasından haz alacağınız bir malzeme çıkaramadınız. Olsun; siz hala benim için sıkıcı bir köşe yazarısınız.
Saygıyla..

31 Ağustos 2009 Pazartesi

beş kişi

Bir ofis odası. Benim dışımda dört kişi. Farklı kültürlerden, farklı alt yapılardan gelmişler. Farklı geçmişleri, farklı düşünceleri var. Çoğu zaman birbirimizi anlamakta zorluk çekiyoruz. Bir oda, pek çok insan, değişik yaşamlar...

Gezilecek ne çok yer var, tanışılacak ne çok insan... Yaşanacak yeni şehirler var. Dinlenecek yeni şarkılar, okunacak kitaplar var. Üretilecek düşünceler, paylaşılması gerekenler var. Dünyanın bir yerinde bitip başka bir yerinde başlayan savaşlar var. Ölen insanlar var, öldürülenler, ölmeye yatanlar, ölümü izlenenler, ölmesine izin verilenler, ölüme kaçanlar, ölmeye çalışanlar… Keşfedilecek kokular, tatlar var. Kanunlar, düzenler var. Kat edilecek kilometrelerce yol var. Deniz, güneş, yağmur var. Selden mağdur olanlar, susuz kalanlar, yangında yok olan milyonlarca ağaç var. Alınacak evler, arabalar, teknolojik aletler var. İşsizlik, açlık, parasızlık var. Sesini yükseltenler, susanlar, susturulanlar, yürüyenler, barikat kuranlar var. Yeni hikâyeler var.

Bir ofis odası. Benim dışımda dört kişi. Oturuyorum; oturuyoruz.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

tik tak

Önce sen yaz, sonra ben yazayım. Hep birbirini takip eden konuları irdeleyelim. Hatta tek bir konu bulalım, sonsuza kadar onun üzerine yazalım. Mesela aşk, mesela sevgi, mesela hayat, mesela şaka, mesela tü kaka! Sen, ben, tik, tak... Çalışsın saat, yürüsün zaman!

25 Ağustos 2009 Salı

KAYIP YAZININ PEŞİNDE 2

Bugün yazılarımı aramayı bıraktım. Vazgeçtim..Gücümü başka alanlara yöneltmeye karar verdim ancak neler olabileceğine karar vermedim henüz. Belki geçen sene büyük bir heyecanla aldığım ama parçalarını tonlarına ayırmaktan başka birşey yapmadığım puzzle'ı tamamlarım. Belki oturduğum masanın hemen yanındaki rafa, sürekli gözüme takılsınlar da ibret olsunlar diye boy boy sıraladığım kitapları tozlarından arındırıp okurum. Belki, bazı sayfalarını atlayarak, farklı tarihlerde üzerlerine önemli önemsiz notlar çiziktirdiğim ve aslında işe yaramalarından ziyade kapaklarına ve sayfalarına vurulduğum için biriktirdiğim o küçük not defterlerimi önüme dizer ve düzenlerim. Belki benim için vazgeçmenin zamanı gelmiştir; hayatım için çok anlamlı olduğunu ve onlarsız tam olamayacağımı düşündüğüm bazı şeylerden..

21 Ağustos 2009 Cuma

Delilerden sen anlarsın konuş onlarla..

Nasıl da heyecanlandım yazını görünce! Halbuki senin yazmanı beklemeden de yazabilirdim. Sonuçta böyle bir sıra yok ki, bir ben bir sen..ama nedense yazılarıma bir ses gelmeyince kalakalıyorlar yazıldıkları yerde..

Sen cevaplar yazacaksan sadece, ne anlamı kaldı bu bloğun dışarıdaki rutin hayattan??

İçimdeki cümleleri serbest bırakmak istiyorum. Diyorum ki, eğer karşımdaki insanlara içimden geçenleri söyleyebilirsem sansürsüz; o zaman belki de aynı saatte uyanmak o kadar da zor gelmez bana. Bunu o kadar çok der oldum ki kendime; bazen de diyorum ki acaba ben çalışmaya başladım başlayalı ikiyüzlü falan mı oldum? O kadar mı saklıyorum insanlardan gerçek düşüncelerimi? Neler diyorum ben? Amma çok şey diyorum..diyorlar ki bazen gözlerimden..

Abes ile absürd arasındaki fark nedir? Sanki absürd biraz daha düzenli. Efenim eğitim jargonuyla (!) diyecek olursak, yapılandırılmış bir abes sanki absürdlük. Son zamanlarda abesle iştigal ediyorum fazlasıyla. Ortalıkta, gündüz vakti çiğneniveriyor tüm sosyal kurallar. Allah Allah diyorum, ben mi yanlış anlıyorum yoksa bu düzen mi böyle? Bak yine bir şeyler diyorum ben..diyorlar ki bazen geceler boyu..

Kararlarını neye göre verirsin? Daha doğrusu kararlarını neye göre düzene sokarsın? Hani şu bilindik kitap cümlelerinden mi kullanırsın yoksa: yüreğimin götürdüğü yere giderim. Ya da senin için ihtiyaçların mı daha önce gelir? Ben inanmıyorum bir sabah kalktım da her şeyi değiştiriverdim masalına. Hayatın kendisine verdiğini kabul eden insanlar, o çok güçlü görünüp her şeyi kendi kararıymış gibi yaşayan. Her şey kendi kararımızdan ibaretse niye taşısın Sisyphus’çuk o koca taşı sürekli??

Sen en iyisi bir gece ansızın gel de..tazelikle

20 Ağustos 2009 Perşembe

Deli miyim neyim?

Yazdıklarını tekrar tekrar okuyorum; ama içimden onlara cevap vermek gelmiyor. Başka konular üzerine yazmak istiyorum. Mesela çalışmak üzerine, hiç bilmediğim bir yere gidip yeni bir yaşam kurmak üzerine, yeni ilgi alanları, yeni arkadaşlar ve onlarla birlikte gelen yeni kaygılar edinmek üzerine…

İşe geliyorum, her gün aynı saatte… Bunu yapabilmek için her sabah uyanıyorum, aynı saatte… Sabah kalkabilmek için her akşam uyuyorum, aşağı yukarı aynı saatte… Zamanın varlığına inanmak için rutinden mi yararlanıyoruz? Deliler belki de bu yüzden deli. Zaman kavramını yitirmiş hepsi. Ölümün yaklaşık olarak ne zaman geleceğini kestiremediklerinden vakitlerini bol kepçeden harcıyorlar. Out of mind, out of time!

Hem aklını başında tutup hem de zaman mevhumundan kurtulmak mümkün mü? Mesela, bir sabah gereken zamanda kalkmasam, gereken yere gitmesem, gereken işi yapmasam, sebep gösterirken gereken cevabı vermesem, benden beklenen davranışları sergilemesem…

9 Ağustos 2009 Pazar

KAYIP YAZININ PEŞİNDE

Belki de anlamı olmayan bir sürü kelimeden oluşuyordu. Belki de bir anıyı bile içermiyordu. Sığdı, düzdü, duygusuzdu belki..Şimdi kayıp ya; daha da büyüdü gözümde. Yazı'm, nerdesin?

Öfke içinde yazılmış mektuplar buldum yazımı ararken. Aklıma Enis Batur geldi. En iyi "kitap ilk cümlelerini" topladığı (kaç kitap olduğunu hatırlamıyorum) bir kitap yayınlamış. Mektuplarımda çok fazla "ilk cümle" gördüm ben de. Böyle çağlayan gibi dalıvermişim anlatıya, sonra da su aşağılara saçılmış, kaybolmuş. Toparlanıp bir nehir bile olamamış kelimelerim.

Okunmayı bekleyen kitaplarım bana bakıyorlar raflardan. Adlarını öyle çok gördüm, sayfalarını o kadar çok karıştırdım ki, sanki hepsini okumuş gibiyim. Sana da oldu mu hiç? Aslında hiç okumadığın bir kitabı yalayıp yutmuşsun gibi hissedip, soran gözlere heyecanla "Evet, evet, okudum!" dedin mi? Sonra pembecik yanaklarınla oradan buradan hatırladığın bilgilerle sohbeti geçiştirdiğin? "Little knowledge is dangerous.."

Ne tatlıydı değil mi Ümit hocamız? Sınıfta dersin ortasında şaka yapıp bize Einstein'in şu ünlü fotoğrafındaki gibi dil çıkarışını hatırlıyorum. Ne güzel şey bilgi ile olgunlaşmak, komplekslerinden arınmak..Bu ülkede kimsenin 30-35'ine kadar konuşmasına izin vermiyorlar. Sonra da sustur susturabilirsen. Bak yine rafta Canetti'nin Körleşme'sine takıldı gözüm. Sahi biz seninle Körlük'ten konuşmadık daha değil mi??

Geçmiş zaman olur ki..

Kaybettiğim bir yazıyı arıyorum. Bulamayınca şüpheye düştüm; belki de öyle bir yazıyı hiç yazmadım. Ya da aslında bana ait olmayan bir yazıyı benim sandım. Öyleyse şimdi yazacaklarım da uydurma olabilir; hadi biraz insaflı davranıp "kurgu" diyeyim..
Küçükken Mersin'den İskenderun'a trenle giderdik. Öyle metro bozması hızlı trenle falan değil, bildiğimiz kara trenle. Uzaklardan gelen ve içime işleyen ıslık gibi düdüğü ve 9-8'lik ritmi andıran tekerlek sesleri ile çocukluğumun büyülü maceralarından biriydi tren yolculukları. Annemin ısrarlı uyarılarına ısrarla aldırış etmez ve bir koltuğun tepesine tüner, camı indirirdim. Çenemi çerçeveye dayar, raylardan gelen o mükemmel ritm eşliğinde kendimi çok özel hissederdim. Tren aslında küçük ve ortalama hayatlar içeren duraklara uğrardı. Hiç kimse özel değildi oralarda; kimi yakın yerdeki bir hastahaneye, kimi bir akrabasını ziyarete giderdi. Bu kompartımansız kısa yolculuklarda herkes yanında oturanla sanki senerlerdir tanışıyormuş gibi hayatlarını paylaşır ama istasyonlarda yine o küçük yaşamlara geri dönülürdü. Oysa cam kenarındaki ben, tren ağır ağır ilerledikçe daha da büyürdüm. Bir bendim yolcu olan, hikayesi olan. İstasyonların hiç de bu topraklara ait olmayan mimarisi, geride kalan bakışlar ve o koca tablalarını kafalarında nasıl taşıdıklarına anlam vermediğim is içindeki simitçi çocuklar. Nedense bir de salatalık kokusu. Yolculuğun yarısında açılan çıkınlardan yükselen o koku..Trenden inince hepimizin eli yüzü is içinde kalırdı. Hamamda, acımasız kese vuruşları üzerimdeki o kara isi temizlerken, bir tren macerasını da gidere akıtırdım. Mersin'e dönüşler hep gece olurdu. Mersin son istasyonlardan biridir. Tren istasyonu görenler bilir, rayların bitiminde çarpı şeklinde birbirine çakılmış koca iki tahta durur. Her seferinde şaşkınlıkla bakardım o tahtalara, sanki dünyanın sonu gibi. Yolculukla birlikte nice hikayenin de son bulduğu o istasyon, başıboş kelimelerin gezindiği bir son duraktı sanki.
Şimdi kaybettiğim yazı da orada mıdır? Yoksa geçmişim de çapraz bir tahta parçasıyla son bulan o lanetli durakta mı hapsoldu?

8 Ağustos 2009 Cumartesi

yola dair



12 Nisan 2008 Cumartesi

Yine yol... Yine yolculuk. Çok iyi bildiğim, ama aslında hiç bilmediğim bir ülkede, çok iyi bildiğim; ama mükemmel konuşamadığım bir dilde, hiç bilmediğim insanlarla ve çok iyi bildiklerimle birlikte gidiyorum. Yoksa geliyorum mu demeliydim? En azından yaklaşıyorum.

Buraya ait olmadığım kesin. Bunu kocaman kapkara gözlerime, uzun siyah saçlarıma ve bembeyaz tenime bakan herkes anlayabilir. Görünüşüm değilse bile ağzımdan dökülen kelimeler beni eninde sonunda ele veriyor. DISCOURSE!


Kim demişse "the country where the sun never sets", halt etmiş. Batıyor, hem de öyle bir batıyor ki bir daha yüzünü görene aşk olsun!


Neden her seferinde buraya geliyorum ve her gelişimde aidiyet hissi yakamı bırakmıyor diye düşünüyorum hep. Yirmi yedi yaşıma geldim, hâlâ bir çok soruya cevap bulabilmiş değilim. Bunun cevabını bulmak için de pek uğraştığım söylenemez. Londra'yı seviyorum, çünkü orada kimse "aidiyet"in ne olduğunu bilmiyor. Bilenler de bütün dünyanın kendilerine ait olduğunu sanıyor. Gülüp geçiyorum çoğu zaman. Oysa kimselerin vakti yok...

Bütün bu kalabalık, bütün bu sözcükler, bütün bu insanlar... Karışık, kafam çok karışık. İsmim hep benimle.

eskiye dair



Yeni mekânımıza eski bir yazı:

20 Şubat 2009 Cuma

Eskiden daha mı masumduk? Masumiyetin zamanla bilgiye mi tecrübeye mi yenik düştüğünü merak ediyorum. Sanırım tecrübeyle öğreniyor insan kuşku duymayı, her olayın ardında bit yeniği aramayı, insanların ikinci yüzlerini görebilmek için onlara temkinli yaklaşmayı, bazı şeyleri hep kendine saklamayı, yaşamına müdahale edilmemesi adına kendine duvarlar örmeyi… Bilgi ise bütün bunları üslubuyla yapmayı öğretiyor bize.

“Ben masumum,” diyebilmeyi isterdim; ama “masumiyet” büyüklerin dünyasında “saflık” olarak adlandırılınca işler karışıyor. Masum olduğunuzu göstermek pek de sizin sandığınız kadar iyi bir özellik olmayabiliyor. Oysa ben, hâlâ eski zamanlara öykünüyorum, boyumun Küçük Prens’le aynı olduğu, küçük gezegenimde yaşadığım anlara… Öyle ki bütün bildiklerimi ve tecrübe ettiklerimi o günlere dönebilmek için unutmaya hazırım.

Çok iyi konuştuğum İngilizce’yi unutup yabancı şarkıları sesleri taklit ederek söylemeyi isterdim. Elimi kolumu tutamadığım, içimin içime sığmadığı anlarda insanların bana uzaydan gelmişim gibi bakmamasını, kitaplardan bahsedildiğinde gözlerimin ışıldamasını, müziğin hayatımın bir parçası olmasını, yazının benim için vazgeçilmez olmasını, yaşanmışlıklarımı anlatabilmeyi, konuşurken yargılanmamayı isterdim. Ansızın içimden ağlamanın geldiği anları azaltabilmeyi, sağ elimin orta parmağında çıkan nasıra inat bilgisayar yerine kalem kullanmayı, babamın işten gelişini dört gözle beklemeyi isterdim.

Sanırım bir parçam büyük bir özenle kesip yapıştırdığım karton evlerin bir köşesinde, yeşil gazoz şişelerinde, sırça misketlerde, siyah-beyaz televizyonlarda, salıncaklarda, sokaklarda oynanan oyunlarda, ağaçlardan toplanan meyvelerde takılıp kaldı; geriye kalan parçalarım da onlara özlem duymaktan hiç vazgeçmiyor. Yaşamım, adımın hakkını veriyor.

16 Temmuz 2009 Perşembe

ilk yazı

bu bir ilk yazı..belki daha sonra değişecek. ilk adım, deneme sürüşü...