18 Ocak 2010 Pazartesi

Gördün mü?

Bakmak ve görmek üzerine bir yazı okutmuşlardı bize. Her şey onunla başladı. Görmenin nasıl başarılabileceği üzerine uzun uzun düşünüp bakmanın ötesine nasıl geçtiğimi çok net bir biçimde hatırlıyorum. Bir anda her sabah önünden geçtiğim evlerin renklerine, biçimlerine, birbirlerine yaslanarak ayakta duruşlarına, o evlerin sakinlerine, hatta üzerlerinde numaralarının yazılı olduğu biçim biçim tabelalarına daha dikkatli bakmaya başladığımı hatırlıyorum. Üzerine basıp geçtiğim zemini, attığım adımların zamanda bıraktığı izleri görmeye başladığımı hatırlıyorum.

Zaman ilerleyip birikimlerim arttıkça kitaplardaki alıntıları, şarkılardaki çalıntı notaları, filmlerdeki atıfları görmeye başladım. Yavaş yavaş kendimi, içimdekileri görmeye başladım. Sonra rüzgârın hafif estiği zamanlarda insanların yüzlerinde bıraktığı gülümsemeyi, güneşin kavurmadan ısıttığı anlarda nasıl bir enerji yaydığını, yağmurun ahmak ıslatmadığı anlarda nasıl cana yakın davrandığını görmeye başladım.

Görmenin her zaman iyi ve güzel olmadığını anlamak oldukça uzun zamanımı aldı. Tecrübelerim arttıkça yaşadığım değişimi gördüm. Bakmanın da görmenin de değişik biçimleri olabileceğini; herkesin baktığını, ama herkesin görmediğini anladım. Sonra, benim dışımdakilerin düşüncelerini; düşündükleriyle yaptıklarının, içleriyle dışlarının bir olmadığını gördüm. Bitmeyen savaşları, anlamsız kavgaları, başkasının üzerinden para kazananları, işkenceye maruz kalanları, tek kurşunla öldürülenleri, altyapı bozukluğunun doğal afet diye sunulduğu görkemli yalanları, düşünmeden inananları, kitap okumadan yaşayabilenleri, öğrenmeden var olduğunu sananları, hayatlarının ritmi olmayanları gördüm.

Acaba o yazıyı hiç okumasaydım yine de bakmak ve görmek arasındaki farkı anlayabilir miydim? Bence bulunduğum ortamda bunu anlamamam için oldukça büyük direnç göstermem gerekirdi. Yine de bazen kendi kendime diyorum ki keşke o makaleyi… Her neyse, en azından “mecaz”ı görüyorum.

10 Ocak 2010 Pazar

SANAL GEZGİNLER

Yeni bir blog keşfettim yakın zamanda. Aslında bir vakittir gözüm üzerindeydi bu gezginin ama uzun gezi yazılarını ayrıntılarıyla ve sonuna kadar sabrederek okumamıştım. Bilgisayardan okumaya çok eriniyorum..Neyse..

Bloğu okurken yine hayat hırsızı gibi hissettim kendimi. Sanki o kadar yeri gezip gören benmişim gibi. Ağzımın kenarından akan salyaları yalaya yalaya fotoğraflara baktım, kıyafetleri süzdüm, ben olsam ne yapardım diye düşündüm, beynim hemen kendisine yeni bir fantastik ışık yolu buldu ve bloğu okurken daldım hülyalara..

Yaşayamadıklarımızın mı peşinden gidiyoruz? İyi de, onların peşinden gitseydik eğer, yaşanmış kılmaz mıydık azıcık da olsa? Bizimkisi sanal tatmin sanki. Beynimiz de çakma mutluluk hormonları salgılıyor ve bilgisayarın başından diyaar diyaar gezmiş biri olarak, çoook okumuş bir yazar olarak, bir sürü dil konuşan biri olarak ya da bol bol fotoğraf ve arkadaş sahibi olarak kalkıveriyoruz.

"Sosyallik de elden gidiyor, ay bu internet adamı a-sosyal yapıyor, nerede o eski ilişkiler" ağıtı yakmaya hiiç niyetim yok. Sosyal ve bireysel basamakları sindire sindire çıkmamış bir toplum olursanız böyle arpa ambarındaki aç tavuk gibi herşeye saldırıverirsiniz. Cebinizde ayın sonunu getirecek beş kuruşunuz kalmaz ama internetten gördüğünüz bir şeyi kredi kartıyla almaya da çekinmezsiniz. Sanal dünyanın da bir kullanma kılavuzu vardır herhalde, ben şahsen kendim yapamasam da bunu gerektiği gibi kullanan zat-ı muhterem bir kaç insan biliyorum. Üstelik kendileri gayet de sosyaller.

Bir türlü cevaplayamadığım bir soru bu; ya da karşı karşıya kaldığım bir ikilem. Kavramlar yeniden tanımlanıyor. Örneğin gazete okumak gitgide internetten halledilir bir etkinlik oldu. Ben kaç zaman oldu bir kitapçı dükkanına uğramıyorum. (Gerçi bunda yaşadığım bu muhteşem (!) şehirde kitapçı olmakla kırtasiyeci olmayı birbirine karıştıran tuhaf yaratıkların olmasının da etkisi yok değil). Yine şu kompleks alışveriş merkezi açıldığından beridir çarşıya kaç defa uğradım kimbilir..Yanaklarım kızarıyor. Tanıdıklar arasında bu konuda en geri kafalı düşüncelere sahip olan bana bile işliyor sanal fantazya yaavaş yavaş..İyi mi bilmiyorum, kötü mü onu da bilmiyorum. Sınırı bilmek gerek herhalde..

"O kadar yazdın, bak raftaki günlüğünün sayfaları boş, sen oturmuş sanal günlük tutuyorsun" diye gümletirler adamı bir de...

9 Ocak 2010 Cumartesi

7 Ocak 2010 Perşembe

GECE BEKÇİSİ

Düşünüyorum da, şimdiye kadar ona buna karşılık vermek için yazdığım yazıları toplasaydım ne güzel mektuplar çıkardı ortaya. Yani yazabilmem için illa karşılık mı vermem gerekiyor benim?

Şimdi bu yalnızlık, hınzır bir gülümseme yaratıyor yüzümde. Yeni bir dil yarattım içimde, konuşmaya halim yok. Oğuzcuğum Atay otuz iki yaşını beklemiş kelimelerine bir yol yaratmak için. Oturup beklememiş tabi ki......... Daha üç sene var; haşaaa!!

Kiminle konuşsam, kenarlarda köşelerde karalanmış kağıtlar çıkarıveriyorlar önüme. Onlardan biri olduğum için utanıyorum sessizce. Olamadığım kişi için üzülüyorum. Senelerdir süre gelen o tartışma patlak veriyor yine: Kafka gerçekten okunmak istemeseydi, vermezdi arkadaşına yazdıklarını, sessizce yakardı ne varsa. Daha mı iyi olurdu sanki??Gereksiz bir tartışma.. Canım bir sürü yazar adını sıralamak istiyor hızlı hızlı. Freud olsa ne derdi buna?

Bakmayın siz, bir zamanlar toparlardım düşüncelerimi ben. Ne zaman ki hayatım düzene girdi...işte!