31 Aralık 2011 Cumartesi

Mutlu Yıllar!



Uzun zamandır içime kapandığımı fark ettim, olan biteni uzaktan izleyip öfkemi içimde biriktirdiğimi, kelimelerimin bittiği yerde boş boş gülümsediğimi... Çok çalıştığımdan yazı yazmaya vakit bulamadığımı, yazı içime aktıkça canımın acıdığını...

Uzun zamandır her yeni güne başka bir acıyla uyanıyorum. Acıdan uzak durmaya çalışıyorum; bakmadan, bakınca görmeden edemiyorum. Her gördüğümden sonra küçük bir sürprize, ufak bir güzelliğe tutunup hayatıma öyle devam ediyorum.

Gazeteleri her açtığımda manşetlerde ekonominin nasıl iyiye gittiğine, dünya basınının Türkiye’yi nasıl övdüğüne dair haberler görüyorum. Sosyal medyada durumun hiç de iç açıcı olmadığını gösteren fotoğraflar ve mesajlarla karşılaşıyorum. Bu ikisinden hangisi benim ülkem diye düşünüyorum. İşin içinden çıkamayınca masama bırakılan bir yeni yıl hediyesine neşeyle sarılıyorum.

Yüzlerce öğrenci, gazeteci ve yazar hapishanede yatıyor. Sayıları her gün artıyor. Ben yine de tahliye edilen yirmi küsur öğrenci için seviniyorum. Üstelik onlar tahliye edilir edilmez sayıları küstürmemek için 19 öğrencinin daha içeriye alındığını da biliyorum.

Ülkenin her yerinde insanlar kan ağlarken milletvekili maaşlarına zam yapılıyor. Hiçbir konuda hemfikir olmayan siyasi partiler, şike davasından sonra ikinci kez, el birliğiyle yasayı onaylıyor. Muhalefet partisinden bir milletvekili, asgari ücretle yaşamak zorunda olanları hiçe sayarcasına “900 TL mi alsınlar? Vekilin insan gibi yaşama hakkı yok mu?” diyor. Uzak bir ülkede yaşayan bir arkadaşımın benim için aldığı Moleskine defteri görünce sevinçten havalara uçuyorum.

İçişleri Bakanı “çok özür dilerim” eşcinselliğin “namussuzluk, ahlaksızlık, gayri insani durum” olduğunu beyan ediyor, sanatın terörizme nasıl hizmet ettiğini ayrıntılı bir şekilde açıklıyor. Bazı sabahlar servise yetişmek için koşuyorum. Bir kedi bana yetişmek ister gibi karşıdan gelip, ben duraksayınca saf saf yüzüme bakıyor. Onun bir önceki hayatında Yeşilçam’da, ormanda sevgilisine doğru koşan bir erkeği canlandırdığını hayal edip gülümsüyorum.

Masum insanlar “kazara” ölüyor. Devlet özür dilerken kimileri ölene “leş” demeyi uygun görüyor. Battaniyelere sarılı cesetlerin fotoğraflarını görüp vicdanı sızlamayanların insanlığından şüphe ediyorum. Bu kez tebessüm etmemi sağlayacak bir şey bulmakta zorlanıyorum. Eve dönerken kafasına “bacadan giren” Noel Baba şapkası takmış, dans eden bir çocuk görüyorum, son bir çabayla ona tutunuyorum.

Uzun zamandır içime kapanıyor, kimselere belli etmeden şunu düşünüyorum: Hepimiz yoldaki köpek ölülerine bakıp geçiyoruz. Biri durup ölüyü oracıkta gömmek istese trafiği tıkadığı için ona öfkeleniyoruz. Oysa benim derdim ölü gömmek değil, artık ölü görmemek.

Seni bilmem; ama benim umuda ihtiyacım var. Biraz daha rahat nefes alabilmek, biraz daha yaşayabilmek için ölüleri yoldan toplamayacağımız günlerin geleceğine inanmaya ihtiyacım var. O yüzden, ben uzun zamandır yeni bir yıla bel bağlıyorum.

27 Aralık 2011 Salı

GERİYE DOĞRU

                                                                       


“Çünkü görünene aldanmak, hayatı dayanılır kılmanın ilk şartıydı…” Az - Hakan Günday

“Çünkü büyüdükçe arzularım küçüldü, şaşkınlıklarım küçüldü, beklentilerim küçüldü. Büyüdükçe öyle küçüldüm ki içimde taşacak bir şey kalmadı.” Erken Kaybedenler - Emrah Serbes

Hayat yeniden ve yeniden oynanan bir sek sek oyunu gibi. Sen taşı en ileriye de atsan, hep adım adım sekmek zorundasın ayağının üzerinde. Sonra afili bir dönüş, hoop başladığın yere. Peki, arkana baktığında ne görüyorsun? Bir sürü başlanmış ve ortada bırakılmış iş mi? Yoksa sen de mi otuzlarındasın?

Eski yılın sonunda, yeni yılın başında planlar yapan biri değilim. Bir mali müşavirmişçesine hesaplar yapıp yılı kapatanlardan hiç değilim. Zaten ben normalde plan yapınca hayatı alt üst olan biriyim. Çünkü biliyorum, hayat öyle plana milana gelemez. Stratejik hareketlere hiç gelemez. Onlar bu hayattan bir çıkarı olanlar içindir. Ben sadece mutlu olmak istiyorum. Bunun için de bir stratejiye ihtiyacım varsa eğer; ölmüşüm zaten haberim yok. Ancak ben hep arkama bakma ihtiyacı hissediyorum. Rahat rahat önüme bakamıyorum. Neyi kaçırmışım diye düşünürken, listeye hep bir şeyler daha ekleniyor. Keşke değişim filmlerdeki gibi olsa. Bir fon müziği bana eşlik etse ve ben yüzümde gerçekleri fark etmenin mağrur gülümsemesiyle yürüsem böyle. Ödüllü bir yazar, “Ve bir daha da arkasına bakmadı” diye yazsa benim için.

Zaman bana değişmem gerektiğini söylüyor. “Nerde o eski bayramlar” sızlanmasını bir kenara bırakıp bu yaşların kendine has güzelliğini dibine kadar duyumsamamı söylüyor. Bu yaşlarımın anılarını yaratmamı söylüyor. Bu sefer zamanı dinleyebilecek miyim? İçimde bir kelebek kıpırdanıyor…

Aslında umut dolu bir yazı yazmak değil niyetim. Hatta her geçen gün ne var ne yok öğrendikçe, şaşırıyorum dünyanın bitmek bilmez bu umutlu haline. Bunca kötülüğe ancak gereksiz fazlalıkta bir umutla katlanılabilir gibi..”Öfkelenmemiz gerek” diyordu bir belgeselde adamın biri, “ihtiyacımız olan bu; öfkemizi elimizden almalarına izin vermemeliyiz!”

Arkana baktığında ne görüyorsun? Çünkü “yaşamak ilerlemek olamaz, diye düşünüyor Cemil, ama geride bırakmak olabilir.” (Sinek Isırıklarının Müellifi-Barış Bıçakçı)

15 Aralık 2011 Perşembe

YOL VER GEÇEM

Ofisteki odamın penceresinden koca bir dağ görülüyor. O kadar yakınımda ki; hani yürüyüversem yamacına erişeceğim. Tepesini bir bolero gibi kaplayan karın soğuğunu hissediyor şehir. Kaç zamandır alışamadığım bu manzaraya yine hayretle bakıyorum. Doğup büyüdüğüm şehri düşünüyorum. Şimdi bana olabildiğince uzak olan o şehirde dağlar ulaşılmazdır. Pencereden baktığınızda flu bir şekilde görürsünüz onları. Sizi korur kollar, şehri görünmez bir duvar gibi kucaklar. Eteklerinde uçsuz bucaksız bir ova başlar. Göz alabildiğince geniş, renk renk ve verimli ovalar hayallerinizi sınırsız tutmanız için vardırlar sanki. Sonrasında deniz gelir. Sürpriz yapmadan, hayatınızın akışı içinde, hep orada olan deniz. Ovayla genişleyen hayalleriniz denizle dalgalanır, açılır gider. Şimdi burada başımı kaldırdığım yerde koca dağa burnumu çarpacakmışım gibi yaşıyorum ya; ah ne diyeyim kendime…Hayallerim dağın eteğine sıralanıvermiş evlerde hapsolmuş sanki, bana hiç alan kalmamış. Deniz desen; bu şehrin isminde saklı kalmış, dalga geçercesine.. Pes etmiyorum; yaşadığı yere inanılmaz bir şekilde uyum sağlamış insanoğlunun genlerini taşıyorum ben. Elbet hayallerimi de bu coğrafyaya uydurabilirim. Kim bilir; belki bir gün şu dağ, göründüğü yerden uzaklaşır, geniş bir ova açılır önüne..Sular basar her yanı tuzlu tuzlu..Olmaz deme, kim bilir.......

14 Aralık 2011 Çarşamba

HIMMMM BİRİ ANLATSIN HEMEN..

Bir doktorun size hastalığınız ile ilgili ayrıntılı bir şekilde bilgi verdiğini, üstelik bunu güleryüzü eşliğinde yaptığını hayal edin. Ne kadar iyi bir doktor diye düşünürsünüz değil mi?

Bir öğretmen düşünün. Dersine çalışıp geliyor, materyaller hazırlıyor, sınıfındaki öğrencilerine olabildiğince demokratik davranıyor, onlarla beraber öğreniyor, gelişiyor. Öve öve bitiremezsiniz değil mi?

Bankadasınız. Güleryüzlü bir memur size yapmanız gerekeni iki dakika içinde ayrıntılarıyla anlatıp başka bir yere uğramanızı gerektirmeden işinizi hallediyor. Hayır duanızı eksik etmezsiniz değil mi?

Peki hiç düşündünüz mü; normal olan bu değil mi zaten?? Bize iyi davranıldığında, işlerimiz aksamadan yürüdüğünde, işimizin düştüğü birinin yanından kendimizi iyi hissederek ayrıldığımızda sanki o gün şans meleklerinin yanımızda olduğuna inanırız da olması gerekenin aslında bu olduğunu hiç mi aklımıza getirmeyiz? Biri anlatsın hemen, nedir bu normal???

13 Aralık 2011 Salı

Çeviriyorum, Öyleyse Yokum!


Benimki tuhaf bir meslek… Kimsenin yapmaya teşebbüs etmediği, ama herkesin hakkında ileri geri konuşmayı hak gördüğü bir meslek… Herkesin çok iyi yapabileceğini düşündüğü, ama  bu düşünceyi uygulamaya gelince kimsenin gönüllü olmadığı bir meslek… Mahlasımdan da anlaşıldığı üzere bendeniz çevirmenim, saygıdeğer okur. Bundan kelli de dert sahibiyim.

Arkadaşlarım kendilerine toplum nezdinde başarı getirecek birtakım meslekler edinirken ben dil öğrenmeyi seçtim. Bu dili öğrenmek, onu ana dilimi düşünmeden konuşabilmek, anlayabilmek, anlatabilmek için uzun yıllar emek verdim. Her şey iyi güzel de sanırım yanlış dili seçtim. Memlekette herkesin bildiğini iddia ettiği bir dile bulaştım, sayın okur. Ülkenin okuryazarlık seviyesinin üzerinde bir İngilizce bilgisiyle donatıldığını nereden bilebilirdim?

Herkesin en ince ayrıntısına kadar bildiği bu dilde yaptığım çeviriler bir türlü takdir görmedi. Mütevazı davranmaya çalıştıkça bilgisiz damgası yedim, atıp tutmayı bir türlü beceremediğim için sözüme güven duyulmadı. “Madem ben yapamıyorum, buyurun siz yapın!” dediğimde kimse oralı olmadı.

Senelerce titiz bir şekilde çalışarak, obsesiflik sularında gezerek, uykusuz kalarak yaptığım çeviriler hakkında bir tek övgü almış değilim; ancak yaptığım en ufak hata, en ağır eleştiriye maruz kalmama yetiyor.

Ben tam zamanlı bir iş bulabildiğim için açlık sınırının üzerinde yaşayabilen sayılı çevirmenlerden biriyim. Buna rağmen ne iş yaptığımı öğrenen insanlar, bir yabancı dili bu kadar iyi bildiğim halde çevirmenlik yapmamın aptallık olduğunu düşünüyor. Bunu açık açık söyleyemedikleri için “Dil bilgini araç olarak kullanıp çok daha iyi para kazanabilirsin.” diyorlar. 

İngilizceyi ana dilim gibi konuşup bunu sadece iki dil arasında köprü olarak kullanmam “enayilik” kavramına iyi bir örnek teşkil ediyor, benim bu enayiliğimden arkadaş sohbetlerinde iyi ekmek çıkıyor olabilir. Ancak ben bu mesleği düzleşen kaba tarafıma, dil üzerine çok düşündüğüm için sık sık sürmenaj olmama, zaman zaman konuşmayı becerememe, insanlara sürekli dert anlatmak zorunda kalmama rağmen yapıyorum. Çünkü yaptığım işe saygı duyuyorum, değerli okur. 

Benim mesleğime duyduğum saygının yüzde birini bana çok gören ahaliye bir günlüğüne çevirilerinin yapılmadığını hayal etmelerini öneriyorum. Nasıl kendi ülkelerinin kapanına kısılıp kaldıklarını, bütün dış haber kaynaklarının nasıl erişilmez hale geldiğini bir de kendi gözleriyle görsünler istiyorum. Beni ve meslektaşlarımı görmeyen gözlerini bir seferliğine bu iş için kullansınlar. 

Görünmezlik sandıkları kadar kolay bir iş değil. Malumunuz gözden ırak, gönülden de ırak oluyor. Gönülden bağlanmadan, gözlerinizi bozmadan yapılamayacak bir mesleğin her iki organa da uzak düşmesi sizce de ironik değil mi? "Yok daha neler!" dediğinizi duyar gibi oluyorum, pek muhterem okur. İşte ben de bunu söylüyorum. Yokum. Durum anlattığımdan daha da beter!

8 Aralık 2011 Perşembe

Sürprizin İyisi Kötüsü Olmaz


11 Kasım 2011 Cuma

Sıradan sayılabilecek bir yaşantım var. Sabahın erken saatlerinde kalkıp işe gidiyorum, akşam geç saatlerde eve dönüyorum. Büyük şehirde yaşayan pek çok insan gibi hayatımın büyük bir kısmını ofiste veya yolda geçiriyorum. Zaman zaman her şeyin çok tekdüze olduğunu düşünüyorum; fakat yaşadığım yer, ben “tekdüze” kelimesini aklımdan geçirdiğim anda “sürpriz” kelimesiyle karşıma dikiliyor.

Geçen gün, işten eve gelirken (daha doğrusu trafikte takılıp bir türlü evime varamazken) yol kenarındaki camide bir afiş gördüm. Afişte 3-4 yaşlarında bir çocuk resminin yanında "Yaşasın camiye gidiyorum, camiyi seviyorum." yazıyordu. Kendi kararlarını vermeyi bırak yemek ihtiyacını bile kendi başına gideremeyen bir çocuğu din propagandası yapmak için kullanan bir reklam… Sanki dinin reklama ihtiyacı varmış gibi… Kaç yılda bir böyle bir afişe rastlanır?

Ben bunları düşünürken minibüse binen kadın, sanki hiç toplu taşıma aracından yararlanmamış gibi "Taksi olsaydı, yok ki, mecburen bineceğiz." diye uzayıp giden bir tirat atmaya başladı. Elit minibüse düşmüş, fakir mikrobu kaparım diye hiçbir yere dokunmadan, kürküne tutunarak ayakta durmaya çalışıyordu. Kaç şehirde böyle bir sahne görülür?

Bir başka gün, yolda giderken sağ tarafımdaki duvar panosunda şöyle bir yazı çarptı gözüme: "İçerik kadar dış görünüş de önemlidir." Bir giyim markasının kullanabileceği bu slogan, bir gazetenin kuşe kâğıda baskısı için kullanılmıştı. Kaç kişi içi boşaltılıp güzelce paketlenmiş bir gazeteden etkilenir?

Bir - iki hafta önce, Kadıköy'de yürürken Rıhtım'daki binalardan birine asılmış, pembe zemin üzerine dev beyaz harflerle "Erotik Mağaza" yazılmış bir pankart gördüm. İnternette porno yasaklanırken sokakta erotizmin yükselişini kaç ülkenin halkı normal karşılar?

N. Ç. davasında mahkeme 13 yaşında bir kız çocuğunun 26 erkekle kendi rızasıyla birlikte olduğuna karar verdi. Aynı adalet sisteminin Ölüm Pornosu'na dava açıp kitabın gerçeğe dönüşmüş haline alkış tutmasını kaç vicdan kaldırır?

Gittiğim bir kursta öğretmenimiz eşcinsel bir çiftin evlenmek konusunda yaşadığı sıkıntıyı anlatan kısa bir film izletti. Sınıf arkadaşlarımdan biri eşcinselliğin “sapıklık” olduğunu söyleyerek herkesin sesini bastırdı. Ben de kelimelerimi boşuna harcamak istemediğim için sustum. Kaç yürek birinden yalnızca cinsel tercihi münasebetiyle bu kadar nefret eder?

PKK, Türk askerini öldürdü; bıçak yine kemiğe dayandı. Türk askeri ölünce pek çoğu dişe diş, kana kan, Türk evladına Kürt evladı istedi. Bazıları Van'da deprem olmasını ilahî adalet diye yorumladı. Devlet erkânı bir yandan deprem vergisiyle duble yol yapıldığını, diğer yandan deprem vergisi diye bir şey olmadığını söyledi. Kaç akıl yol için kullanılan verginin aslında olmadığına inanır?

Dedim ya, sıradan sayılabilecek bir yaşantım var; ama kaç kişi bana hayatın sürprizlerle dolu olmadığını söyleyebilir? Hele ben hâlâ geleceğe umutla bakabilirken bu ülkenin her gün yeni sürprizlere gebe olmadığını kim kanıtlayabilir?

3 Aralık 2011 Cumartesi

Büyüdüğümüzü Anladık Mı?


Bugün aydınlık bir sabaha uyandım. Hafta içi gün ağarmadan kalkmak zorunda olduğum için yeni güne güneşle uyanmak, yüzümün gülmesine yetti. Aslında bu hafta sonunun çalışma günlerinden pek farkı olmayacağını biliyordum. Çünkü ek iş almıştım, zamanım daralıyordu. Kahvaltımı ettikten sonra beni bekleyen ek işe, sanki çeviri metni beni anlayacakmış gibi, boş ver manasına gelen bir el hareketi yaptım. Sonrası güneşli ama soğuk bir İstanbul günü...

Yaşıma hiç uymayan mosmor ayakkabılarımı giydim. Yapmam gereken ufak bir işi bahane ederek uzun bir yürüyüşe çıktım. Hızlı hızlı yürüdüğümden vücudum ısınmış,  yüzüm soğuktan donmuştu. Üçüncü bir dili anlayabilmenin keyfine varmama yardım edecek kitabın fotokopisini çektirmeye gidiyordum. Fotokopicinin raflarında dizili kalemlere bakmadan edemedim. Kendimi bildim bileli geçmek bilmeyen kalem-defter takıntım beni bir kez daha alt etti. Hiç ihtiyacım olmadığı halde iki yeni kalem aldım, biri ayakkabılarımla uyumlu...

Elimde kitap ve kalemlerle dükkândan çıktığımda artık amaçsızca yürüyordum. Yolda gördüğüm kuru yapraklara hiçbirini atlamadan bastım. Her seferinde çıkardıkları sesi ilk kez duyuyormuşum gibi heyecanlandım.

Küçücük tahta parçalarının üzerine oturmuş, yokuş aşağı kayan iki çocuğun yanından geçerken kalbim hızla çarptı. Sebepsiz yere babamı hatırladım.

Kulaklıklarımı takıp müzik dinlemeye başladığımda, yalnızca ayakkabılarım değil hareketlerim de yaşıma uymuyordu. Şarkılara sessizce, dudaklarımı kıpırdatarak eşlik ederken, yanımdan geçenler kendi kendime konuştuğumu sanıp bana deliymişim gibi baktılar. Aklı başında olmak, onlara benzemekse haksız da sayılmazlardı.

Beşinci şarkıyı dinlerken eve bayağı yaklaşmıştım. Çok sevdiğim altıncı şarkının tamamını dinleyebilmek için adımlarımı yavaşlattım. Biraz daha üşüyebilirdim, eve biraz daha geç gidebilirdim. Dışımdaki betona inat içimde çiçekler açtı.

Yol boyunca içimden hikâyeler uydurdum; fakat zamana bir türlü ayak uyduramadım. Güneş pırıl pırıl parlarken eve girmek zorunda kaldığımdan olsa gerek içim karardı. Yapmam gereken iş beni beklerken, dinlediğim son şarkının etkisiyle defterime yeni bir not düştüm: Aşk gelip geçici bir şey miydi? İnsan aynı kişiye sonsuz kere aşık olamaz mıydı? Bunca yaşanmışlıktan sonra, aşk karşılık bulamayınca gelip geçendi. Gelip geçmesi için uzak durulması gerekendi.

Bu güneşli günde yaşıma uygun olan tek şey işte bu düşünceydi.

2 Aralık 2011 Cuma

CELAL TAN VE AİLESİNİN AŞIRI ABSÜRD HİKAYESİ



Hayatın kendisi yeterince vurucu. Bu yüzden kurgu her zaman kurtarıcım olmuştur. Hayatı daha iyi algılamak için, bazen değiştirmek için, bazen de ona katlanmak için.. Lise yıllarında tanıştığım, üniversite yıllarında ise aldığım eğitimle ilgimin daha fazla pekiştiği absürd yazın, hayatımı zevkli hale getiren şeyler odasında her zaman başköşeye oturmuştur. İşte belki de bu yüzden daha iyi bir film beklememe rağmen Celal Tan Ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi’ni izledikten sonra yüzümde bir gülümseme vardı.

Ne kadar çabalarsak çabalayalım kendimize söylediğimiz yalanlar günü gelip bir tokat gibi suratımızda patlıyor. Halının altına sakladığımız pislikler kabarıyor. Öyle ki onları saklamak için başkalarını da o pisliklere ortak etme ihtiyacı duyuyoruz. Başka bir gözle hakikaten de aşırı acıklı olan bu hikâye bir drama ya da dedektiflik macerasına dönüşebilecekken Onur Ünlü bize trajikomik bir seyir sunuyor. Gülüşünden bile ciddiyet fışkıran anayasa profesörü Celal Tan, hayatımızı sosyal olarak düzenleyen anayasa kavramına hiç yaraşmayan şekilde kabul edilemez bir cinayete imza atıyor. Daha da kötüsü bu cinayetin üstünü örtebilmek için, adaleti sağlamak adına başvurduğumuz anayasanın maddelerine dayanarak türlü oyunlar oynuyor. İcra ettiği mesleğin de katkısıyla toplumun saygınlığını her anlamda kazanmış bu bilim insanının, basit ve sıradan güdüleriyle karşılaşıyoruz. Celal Tan’ın hikâyesindeki absürdlük onun göründüğünün aksine kıskanç ve yaşlı bir adam olduğu gerçeğinde değil, bu cinayetten yırtmasında sadece sırtını dayadığı anayasanın değil toplumun kabul görmüş değer yargılarının da payı olmasında yatıyor. Toplum, bu saygın kişiliğin cinayet işlemiş olabileceğine zaten baştan ihtimal vermiyor. Bir pislik diğerini örtüyor. Nuri Bilge Ceylan’ın elinde üç maymunluk bir hikâye, Onur Ünlü’nün elinde bir cinayetler komedisine dönüşüyor. Kol kırılıyor, yen içinde kalıyor ve tüm aile altı pisliklerle dolu bir halının üzerinde yaşamlarına devam ediyor. Film boyunca cinayeti araştıran ve aslında kendisi de pis kokan bir hikâyenin kahramanlarından olan komiserin yanında dolaşan, hiç konuşmayan ve Kolombo tarzı tavırlarıyla dikkat çeken diğer polis memuru, film içindeki olaylar için sergilediği yüz ifadeleriyle gerçeği açığa çıkaracağına inandığımız biri haline geliyor. Ancak anlıyoruz ki polis, sadece bizim, sonrasında hiçbir şey olmamış gibi devam ettiğimiz gündelik hayatta karşımıza çıkan şaşırtıcı olaylara anında verdiğimiz o geçici tepkilerin simgesi. Filmdeki sheakespeare soytarısı ise ölen kızın kör ama her şeyi herkesten daha iyi gören abisi. Kör olmasına rağmen elindeki azcık bilgiyle cinayeti çözmesi ne kadar absürdse birden bire tehlikeli ve kurtulunması gereken bir gerçeklik halini alması ve hazin bir oyuna kurban gitmesi de bir o kadar trajik oluyor. Filmdeki vurucu cümleyi ise hayatının baharını birilerini bekleyerek yitirmiş ve trajikomik bir intihara teşebbüs eden babaanne sarf ediyor:

“Bizim olayımız bu, her şey aynı anda olsun istiyoruz. İstiyoruz ki o olsun ama bu da olsun..”

Ödemediği bedeller sonrası daha da arsızlaşan ve hataları normalleştiren insanların doymak bilmez iştahı, toplumun yargıları çerçevesinde düzenlenmiş bir yaşam, günü kurtarma telaşı ile ahlaki ilkelerden taviz verilerek alınan kararlar..Filmle ilgili söylenecek ne kadar çok şey varsa aslında bir o kadar da yok. Absürdlüğün en çok bu yanını seviyorum. Siz metnin altında dünyalar yattığını fark edip sayfalar dolusu yazılar yazmaya çalışırken bir ses size “sakin ol, bu çaba neden” diyor. Gülümsüyorum, tıpkı filmden çıktığım zaman olduğu gibi..

24 Kasım 2011 Perşembe

Hayallerim, Param ve Bedelli





Söylediklerine bakılırsa para,
Bütün kötülüklerin kaynağı bu zamanda;
Fakat zam istemeye kalkarsan
Zırnık koklatmamalarına şaşma.

23 Kasım 2011 Perşembe

― Evet, çok sevindik. Bütün planlarımız alt üst olmuştu, dedi.
― ...
― Evliliğimizi bir sene ertelemek zorunda kalacaktık, çok iyi oldu.
― ...
― Evet, evet. Düşünsene, işi bırakacaktı. Geri döndüğünde işe alınıp alınmayacağı da belli değildi.
― ...
― Her neyse işte, süper oldu bu bedelli. O kadar zamanını boşa harcayacağına parayı verip kurtulacak. Acayip sevindik.

O an, onu hüngür hüngür ağlarken hayal ettim. Ölen nişanlısının ardından ağlayarak "Vatan sağ olsun!" diyordu. Çok paramız olsaydı böyle olmazdı diye düşünüyor, gözyaşlarını tutamıyordu.

― Oh! Şimdi düğünü yapabiliriz, dedi.
― ...
― Yok kızım, müslüman düğünlerinde bi' numara yok. Hristiyan düğünü yapıcam kendime.
― ...
― Boş versene ya. Yabancı filmlerdeki gibi olur işte. Ne güzel.
― ...

Bir anda, onu üzerinde gelinlikle bir pederin karşısında durmuş, ne anlama geldiğini bilmediği bitmek tükenmek bilmez duayı dinlerken ve ölesiye sıkılırken tasavvur ettim. Düğünden sonra soranlara "Tam hayallerimdeki gibi bir düğündü." diyordu.

― Bana şunu söyle sen. Bunu yapınca sana maddi bir katkısı olacak mı, dedi.
― ...
― Ha! O zaman tamam. Yap bence.
― ...
― Madem sana para kazandıracak bir sene çaba göstermeye değer.

Birden, onu senelerini üniversiteye verdiği halde mezun olduktan sonra ataması yapılmayan bir öğretmen olarak zihnimde canlandırdım. Kimsenin duymayacağını bile bile "Verilen sözler tutulsun." diyordu.

Düşündüm. Parası bol, hayalleri Hollywood filmlerinden beslenen, yaptığı her işin maddi getirisi olması gerektiğine inanan bir kadının telefon konuşması, memleketin hâlini özetleyebilir miydi?

Düşündüm. Parası olmayan bedelli askerliğe sevinebilir miydi, Hollywood filmleri tadında bir hayat yaşamak isteyebilir miydi, kendisine maddi kazanç getirecek ek eğitim alabilir miydi?

Düşündüm. Yukarıdaki telefon konuşmasını yapan kadın, hayata bir kez olsun benim onu hayal ettiğim yerlerden baksa dünyanın gidişatı değişebilir miydi?

Düşündüm. Hiçbir şey demedim.

19 Kasım 2011 Cumartesi

Ömür Boyu Zaman Hesabı


19 Kasım 2011 Cumartesi

Benim Güzel Çamaşırhanem'i okuyalı dokuz yıl oldu. İngiltere'ye taşınıp "güzel çamaşırhaneleri" yakından göreli sekiz yıl... Kara Plak'ı kaybedip bir yerlerden çıkmasını umduğum için yenisini almayalı altı yıl... Gün Boyu Gece Yarısı'nı alalı tam bir yıl, okuyalı üç ay on bir gün... Hanif Kureishi'yi dinlemek için Pera Müzesi'ne gidip Kureishi'nin film çalışmaları yüzünden İstanbul'a gelemeyeceğini öğreneli bir buçuk ay... Okuduğum her kitap üzerine yazı yazamadığımı, bazılarını okuduktan çok sonra aklıma onlarla ilgili kelimelerin üşüştüğünü anlayalı sadece birkaç gün...

Evde oturmuş annemle memleket ve insan ilişkileri hakkında sohbet ediyordum. Annem konuşmasına devam ederken onu dinlemek yerine Gün Boyu Gece Yarısı'ndaki öyküleri düşündüğümü fark ettim.

Kitaptaki karakterler hayattan öç alır gibi davranıyorlardı. Yanlış insanlarla doğru ilişkiler yaşamaya çalışıyorlar; ateşli bir aşka tutulmuşken, birlikte oldukları insanlar için her şeyi yapmaya hazırken zor durumda kalınca ilişkilerini gözlerini kırpmadan bitiriyor, yara almadan başka bir hayata adım atabiliyorlardı. Mesela bir kadının kocası ve sevgilisi buluşup konuşabiliyor, ikisi de kadın üzerinde hak iddia edebiliyorlardı. Kadınınsa bundan hiç haberi olmuyordu. Hırslılardı, önlerine çıkan fırsatları kaçırmamak onlar için büyük meziyetti. Ben uyuşturucuyu Türk filmlerindeki kötü adamların, kadınların içkilerine attıkları haplardan ibaret sanırken, 90'ların İngiltere'sinde pop kültürün beslediği karakterlerin uyuşturucuyu hayatlarının bir parçası gibi görmeleri ne tuhaftı.

Kendilerinden oldukça büyük erkeklerle birlikte olan kadınlar, evli kadınlara âşık genç erkekler, hiç şansı olmadığını bile bile kendini yazar olmaya adayan bir kadın... Tüm bu karakterler arasında geçen birbirinden ilginç diyaloglar, bir konudan diğerine sürüp giden konuşmalar... Sanki kimse birbirini dinlemiyor da  herkes o an aklından geçeni söylüyordu. 90'lı yılların İngiltere'sinde hayat, 2011 Türkiye'sindeki hayata uzaktan yakından benzemiyordu. Bir de son öyküde ait olduğu bedene başkaldıran bir penis anlatılınca işler iyice karışıyordu.

Annem dinlemediğim cümlelerini bitirince ortaya çıkan sessizliği doldurmam gerekti. "Evet, haklısın." dedim. Bir an birbirimizi dinlememek konusunda kitapta anlatılan karakterlere benzediğimizden şüphelendim. Annem hiçbir şey olmamış gibi konuşmayı sürdürünce bu fikri kafamdan çıkarıverdim.

Pera Müzesi'nde konuştuğum festival görevlisi, Hanif Kureishi'nin hiçbir yerde yayımlanmamış söyleşisini e-posta adresime göndereceğini söyledikten sonra en az beş kitap okundu, sayısız yazı yazıldı. Görevliden bir daha haber alınamadı. Ne Hanif Kureishi'yi ne de söyleşisini görebildiğim için aklımda Gün Boyu Gece Yarısı kaldı. Onu da böyle bir yazıyla aklımdan uzaklaştırıp kâğıda yaklaştıralı bir - iki saat oldu.

* Hanif Kureishi'nin yukarıdaki fotoğrafı Jane Brown tarafından çekilmiştir.

17 Kasım 2011 Perşembe

BİRİ SİZİ GÖZETLİYOR


Sıkı bir blog takipçisiyimdir ben. İlgimi çeken blogları en ince ayrıntısına kadar incelerim. Oradaki şarkıları bir bir dinler; nelerden bahsedilmiş, nasıl ifade edilmiş, görsellik nasıl kullanılmış, ne kadarda bir yazılmış, kaç yorum yapılmış hepsine bakarım. Sonra o bloğun takip ettiği bloglara sıra gelir. Bazen de bloğun takipçilerine.. Bu böyle gider. Başkalarının bloglarına gösterdiğim özeni kendi bloğuma göstersem herhalde şu anda gayet renkli bir sayfa okuyor olurdunuz. Kılık kıyafet konusunda da böyleyimdir ben. Vitrinde görsem bir türlü kendime yakıştıramayacağım bir şeyi birinin üzerinde görmem, onun bana uygun bir kıyafet olduğunu anlamama yeter. Sanki tüm bluzlar, montlar, çantalar başkalarının üzerinde güzel ve çekici.. Kağıda temas eden her cümle, göze temas eden her fotoğraf, tene temas eden her kıyafet, kulağa temas eden her şarkı tam benlik sanki. Sıkı bir hayat takipçisiyimdir ben. Dikkat edin, izleniyor olabilirsiniz. Ya da bırakın dağınık kalsın, doğalı daha güzel..

16 Kasım 2011 Çarşamba

Sinek Isırıklarının Müptelası










"Yaz tatilinde bir şey okudun mu?" diye sordu birden.
"Ben okumayı pek sevmiyorum. Yazmak daha zevkli."
"Okumadan nasıl yazıyorsun?"
"Yaşadıklarımı not ediyorum."
"Okumadan nasıl yaşıyorsun?"
Cevap yok.

Emrah Serbes, Erken Kaybedenler


Yazmak üzerine çok fazla düşünüp eyleme geçemediğim zamanlardı. Elime aldığım kitabın tanıdık yazarı  bana yine hüzünlü bir aşktan söz edecek diye beklerken karşıma aşkla ve umutla dolu bir yazma - yazamama hikâyesi çıkıverdi.

Bulunduğum şehre yerleşmeli miyim yoksa gitmelere tutulan yanımın yolundan çekilmeli miyim diye düşündüğüm günlerdi. Gözlerimi  bağışladığım kitap "Gidecek misin yoksa kalacak mısın bilmemek gençliğe özgü bir şey değil mi zaten! Ne istediğini yaşlılar bilir." deyiverdi.

Takıntılar edindiğim, küçük şeylere üzüldüğüm, ufak dertlerden yakındığım, yaptıklarımı sorguladığım, nereye gittiğimi, buradan sonra ne yapmam gerektiğini bulmaya çalıştığım anlardı. Bir ara  İstanbul'u mekân edinip yüreğimi hoplatan kitap, kafamdakilere basit bir cevap sunuverdi: "Hayat hiçbir yere varmıyor."

"Bu kadar kitap okuyorum da ne oluyor, yaşıtlarım çoluğa çocuğa karıştı, ben hâlâ kendimi geliştirmek peşindeyim, koşturup duruyorum. Belki de durmalı, durulmalıyım." diye düşünüp kendimi durduramadığım vakitlerdi. Sayfalarında kaybolduğum kitap, buna da bir karşılık yapıştırıverdi: "Edebiyat okurları aslında okudukları her kitapta insanı muayene ve ameliyat eder. Bu yolla edindikleri bilgi, görgü yaşayarak elde edilemeyecek kadar büyüktür ve insana dair her şeyi anlarlar, sahiden anlarlar."

Dış dünyaya bir türlü ayak uyduramadığım, etrafımdakilerin savaş çığlıklarına katılamadığım, öcünü çocuklardan almaya çalışanlara hayretle baktığım, eşitlik ve aynılık üzerine kafa patlattığım sıralardı. Cümlelerine karıştığım kitap karşıma yeni kelimeler çıkarıverdi: "Dünyamızda alışılmışın dışındaki her şeyin açıklanması gerekir ve bu hiç de masum bir gereklilik değildir. Açıklama yaparsınız, neden gösterirsiniz, makul gerekçeler sunarsınız, sonra bir de bakmışsınız tam da sizden açıklama bekleyenlerin dilini kullanıyorsunuz, kendi dilinizi değil."

Yine aynı şey oldu. Elim kitaba kesti. Sinek Isırıklarının Müellifi bedenime eklendi. Barış Bıçakçı her seferinde böyle tesadüflerle gelirse içimde ağır bir patlama yaşanacağından korkuyordum ki kitabın kahramanı "Hiç acıtmayacak!" dedi. Barış Bıçakçı içimde bir yerlere dokundu, hiç acıtmadı. Okumak, bunca tumturaklı cümle içinde en basit olanlara vurulmak mı demekti? Yoksa sadece "sinek ısırığı gibi bir şey hissetmek" miydi?

10 Kasım 2011 Perşembe

AH ŞU BENİM ZEYTİN YİYEMEYİŞLERİM


Küçüklüğümden beri zeytin yiyemem. Küçüklüğüm diyorum, sıvı gıdalardan katı gıdalara geçiş tarihime kadar gidebilir bu. Artık kabuğuna mı alerjim var, rengine mi ya da o zamanlar henüz minnacık olan beynim bana zeytin travması yaşatacak psikolojik bir durum mu oluşturdu bilemiyorum. Bildiğim, yeşilini de siyahını da gördüğümde, dokunduğumda veya ezkaza ağzıma attığımda mide özsuyumun hareketlenmeye başladığı.. Maşallah boğazım iyidir, o kadar şey yiyorum, zeytin eksik kalabilir. Benim için bir sakıncası yok. Ama öyle olmuyor. Bu hayat bana zeytin yiyememe aşağılık kompleksini de yaşatmayı başarıyor.

Bir kere zeytin sofraların baş tacı. Ekmekten sonra o geliyor, bir nevi vezir. Fakirin vazgeçilmezi. Bir sağlık abidesi. Her şekle girebildiği gibi her şekli de makbul. Yağı mesela, yüzyıllardır her derde deva olarak kullanılır (ki benim zeytinyağı ile bir problemim yok). Gel gör ki, Allah da beni kahretsin kib, ben bu değerli ürünü yiyemiyorum.

Hep suçluluk duydum. Defalarca gizli gizli zeytin yemeye çalıştım. Bir elimde o tadı gidermeye yarayacak başka bir yiyecek, diğer elimde gulyabani gibi yüzüme sırıtan zeytin. Her defasında fiyasko ile sonuçlandı. Ailemde olsun, çeşitli sosyal ortamlarda olsun bu eksikliğim ortaya çıktığında aynı şeylere maruz kaldım: “Aaaaa, zeytin yenmez mi?” “Aaaa, nasıl yani, zeytin bu beee!!” “Aaaaa, sen de kahvaltı ettiğini mi sanıyorsun, zeytinsiz olur muuuu!!!” Oturduğum sofralarda zeytin yemediğimi öğrenip bunu üzerine alınan ve hemen karşı saldırıya geçen tipler oldu: “Nasıl yiyemezsin, denedin mi hiç?” (Yok canım, denemedim, geri zekâlıyım ya, denemeden yiyemiyorum diyorum). “Siyahını yiyemiyorsundur sen, yeşilini yesen böyle demezsin” (Kardeşim benim çocukluğum yeşil zeytinleri salamura yapmak için tokmaklamakla geçti; yeşili de siyahı da aynı şeyi yapıyor bana bunun!) “Sen güzelini yememişsin, bak bunu bir dene, bugüne kadar yemedim diye kafanı duvarlara vuracaksın.” (Asıl bu işkence bitmezse gidip kendimi aşağı atacağım!) İşi daha da ileri götürüp ailemi suçlayan bile oldu: “Annen seni alıştırmamış, küçükken yedirecekmiş, böyle böreğin içinde bir yedin mi tamamdır” Aaah zavallı annem; benim yaşadığım psikolojik şiddeti o da hissedip bana sarelle kıvamında az mı zeytin ezmesi yedirmeye çalıştın! Olmadı işte.. Başka yerlerde yapılan kahvaltılar kâbusum oldu. Sofralarda gitgide silikleştim. Beni olduğum gibi kabul etme kriterlerinin ilkine zeytin yiyemeyişimi kabul etmeyi getirdim. Arkadaşlarımı buna göre ayırdım. Bugüne kadar bir kişi çıkmadı ki zeytin yiyemesin de şöyle güçlerimizi birleştirelim. Manyak ettiniz lan beni!!

Bu mendeburu, bu çocukluğumun güzel kahvaltı saatlerini bana zehir eden cenabeti yiyemememe rağmen bugüne kadar kendisi hakkında tek kötü söz söylemiş değilim. Önünde hep saygıyla eğildim. Ama o her seferinde bana çirkin yüzünü gösterdi. Aslında gördüğüm şeyin zeytinin değil, insanların onun aracılığıyla gösterdiği yüzleri olduğunu büyüdüğümde anladım..

Yavaş yavaş bu durumumla barışmaya başladım. Benim gibi genelde yapılan şeyleri bir sebepten yapamayan insanların da aynı şeye maruz kaldığını fark ettim. Mesela peynir yiyemeyen biriyle tanıştım ki onun durumu benden de vahimdi. Gelen tepkilerle mücadele etmeyip akışına bırakmayı öğrendim. Gayet sakinim artık, gülüp geçiyorum. Zaten dikkat ettim, otuzumu geçtiğimden midir nedir, zeytin avcıları da “bundan artık bu saatten sonra bir şey çıkmaz” deyip başka kurbanlara yöneliyorlar.

Çok çektim şu zeytin yiyemeyişimden çok. Benim bir de alkol almadığımdan ötürü gördüğüm psikolojik şiddet vardır ki o başka bir yazının konusu….

1 Kasım 2011 Salı

HAYAT SEVİNCE GÜZEL

"Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal’e âşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu."
Barış Bıçakçı, Bizim Büyük Çaresizliğimiz

Bilmem farkında mısın, seninle ne zaman konuşmaya başlasam gözlerimi kırpıştırıyorum. Bu o kadar sık olmaya başladı ki neredeyse sana karşı bir tik geliştirdiğimi düşüneceğim. Belki konuşurken gözümü kırpıştırdığım başka insanlar da vardır; o zaman sana benzedikleri mi için mi yapıyorum bu hareketi? Anlasana, seni özel kılmaya çalışıyorum.

Bu odada çok yalnızım. Pencerede yoldan geçen satıcıları izliyordum. Arada bir dönüp kafalarını kaldırdıklarında hemen içeri kaçırıyordum kendimi. Beni görüp de kendilerinden bir şey alacağımı zannetmesinler diye yaptığım bu hareket gitgide bir oyun halini aldı. Yoldan geçenlerin kafalarına bir şeyler atıp saklanan yaramaz çocuklar gibiyim. Önce birini gözüme kestiriyorum. Ona öyle derinden ve ısrarla bakıyorum ki sanırım birinin kendisini yukarıdan izlediğini fark ediyor. Şimdiye kadar başını çevirmeden geçeni görmedim. Başlarını çevirdikleri anda hızla içeri kaçıyorum. İşin sırrı görünmemek veya fark edilmemek değil. İşin sırrı bir anda yok olmak. Bilsin ki orada biri vardı ve az önce kendisine dik dik bakıyordu. Her gün aynı saatlerde geçen bir teyze var. Üzerine geçirdiği uyumsuz etek ve bluzu, elinden hiç eksik olmayan eskimiş bir eczane poşeti ve sıkı sıkıya bağladığı başörtüsü ile koca kıçını devire devire geçiyor yoldan. Ağır bir yürüyüşü var. Uzaktan çok seçilemese de sanki ağzını oynatıyormuş gibi, kendi kendine konuşuyor. Yüzündeki ifade bir şeylerden şikâyet eder gibi. Başını yukarı çevirdiği zaman ben kaçtığımda muhtemelen kafasını iki yana sallayıp “cık cık” ediyor. Bu oyunun en kötü yanı da bu; insanların ben kaçtıktan sonra ne yaptığını göremiyorum. Biraz bekledikten sonra yeniden pencereye döndüğümde bazılarının tekrar yukarı baktığını görüyorum, hemen kaçıyorum. Sonra kayboluyorlar. Birisi de durup benimle yarışmıyor. Ama bu teyze farklı. Sokaktan geçenlerin bazıları tandık ama her gün hiç sektirmeden aynı saatte geçen bir bu teyze var. İlk günler kayıtsız kaldı. Sonra tekrar tekrar dönüp baktı arkasına. Bir vakit sonra yüzünde o hırslı ifadeyi fark ettim. “Seni yakalayacağım” diyordu, “eninde sonunda; kaçamayacaksın”. Öyle sanıyorum ki kaçtığım zaman beni pencerenin ardında da görüyor. İzliyor, biliyorum. Bir gün yoldan geçmezse ne yaparım bilmiyorum..

Az önce aynaya baktım, gözlerimi seninle konuştuğum zamanlardaki gibi kırpıştırdım. Komik görünüyormuş. Arada bir eve uğrayan insanların yüzlerini izliyorum. Mimiklerini bir büyüteçle bakar gibi inceliyorum. Fark ettim ki konuşurken çizgileri çok belirgin olan insanlar psikolojik problemlerinden daha fazla bahseden insanlar. Kimisinin hiç ifadesi yok. Hiç bir insanı ince belli çay bardağı ile çay içerken izledin mi? Ya da çatal ile bıçağı aynı anda kullanmak zorunda kaldığında. Dikkat et, o anlarda hayatı durduruyorlar. “Bir dakika” diyorlar, “şu çayımı bir yudumlayayım, kaldığımız yerden devam ederiz”. Zamanın sürekliliğini bozan bu davranışları beni bozmuyor. O aralarda nefes alıyorum. Anlayışlı bir tebessümle çaylarını içmelerini ya da böreği küçük parçalara ayırmalarını bekliyorum. İşte o anlarda dışarıdan gelen sesleri duyuyorum, okuduğum kitaptan bir cümle hatırlıyorum, gözüme daha önce fark etmediğim bir eşya çarpıyor ve evimi daha çok seviyorum.

Bir gün evime gelen insanların kim olduklarını karıştırmaktan korkuyorum. İçimi panik kaplıyor. Aslında kimse umurumda değil, seni unutmaktan korkuyorum. Anlıyorum ki bu yüzden, ben hep gözlerimi kırpıştırıyorum.

Saate bakmayalı uzun zaman oldu. Hatta bir saatin neye benzediğini unutmuş gibiyim. Teyzenin sokaktan geçtiği zamanı kestirebiliyorum o kadar; o da yeni uyanmış olduğum saatlere denk geliyor. Teyzeyi görmek için mi uyanıyorum yoksa uyanma zamanım mı ona denk geliyor bilmiyorum. Belki de uyandığım an ile teyzenin sokaktan geçtiği anı kesiştirmek hayatıma güzel bir tesadüf heyecanı katıyordur.

Bazen evden sesler geliyor. Bilmiyorum, belki üst kattan da geliyor olabilir. Yerimden hiç kıpırdamıyorum. Ben sessizce dinlerken, o sesi çıkaran ayakların kaç numara olduğunu düşünüyorum. Senin güzel ayakkabılarının o ayaklara uyup uymayacağını. Aklıma bir zamanlar bir masal yazmak üzerine masanın başına geçtiğim bir an geliyor. Gençtim o zamanlar. Sokakta bir insanla göz göze geldiğimde dosdoğru gülümserdim.

Sanırım uyurken de gözümü kırpıştırıyorum. Bilmiyorum; bir izleyenim olsa..

28 Ekim 2011 Cuma

Bazı Bazı



Belki bu yazıyı okuyunca beni herkesin kendisine haksızlık ettiğini düşünen bir kız çocuğuna benzeteceksin; ama neden bilmem bugünkü hissiyatım budur, bu hissiyatın fon müziği de şu...

Bazen insanlara çok fazla anlam yüklüyorum. Sıradan bir el hareketine bile onlarca mana verebiliyorum. Benim verdiğim manalardan hiçbiri gerçek olmayınca manasız bir denklemin içine düşüveriyorum. 

Bazen insanları hiç anlamıyorum. Çok iyi bildiklerim, kendi ırkından olmayanların kan borcunu ödemesini isterken onlara hak vermediğimi söylemeye korkuyorum.

Bazen insanları çok fazla sorguluyorum. Onlardan hiçbir zaman sahip olmadıkları birtakım değerlere saygı göstermelerini bekliyorum. Saygı, yolunu kaybedip bir türlü gelmeyince Godot'ya almayacağını bildiğim bir selam daha gönderiyorum.

Bazen insanları hiç sorgulamadan oldukları gibi kabul ediyorum. Kabul ettiklerim, beni acımasızca eleştirince özeleştirinin dozunu arttırıp hatayı yine kendimde arıyorum.

Bazen insanlardan çok fazla şey bekliyorum. Beklentilerim gördüklerime denk düşmeyince ortaya çıkan boşluğa bakakalıyorum.

Bazen insanlardan hiçbir şey beklemiyorum. Ani bir darbe gelince hazırlıksız yakalanıveriyorum.

Bazen insanlara çok fazla kendimden veriyorum. Onlara hediyelerle gidip boş kalan ellerimle konuşmaya dalıyorum.

Bazen insanların daha fazla kendilerinden vermelerini diliyorum. Verdiklerim yerini bulamayınca ya da bulduğu yeri beğenmeyince nasıl yara aldığımı onlar da anlasınlar istiyorum. 

Bazen kendimden çıksam, arkama bakmadan kaçsam diyorum. Çok fazla düşünsem de sorgulasam da, beklesem de, kendimden versem de, yaralansam da aynı bedende öylece yürümeye devam ediyorum. "Hep küçük şeyler bizi usandıran" diyerek kendimi avutuyorum. Kim bilir, belki de bütün mekanizmalarımı savunma yönünde kullanıyorum.

21 Ekim 2011 Cuma

Ayısız köprü var mıdır????

Uzun zamandır bir kalemim yok. Bu yüzden de uzun zamandır şöyle hatırlı bir yazı yazamıyorum. Ben öyle her kalemle yazmam. Bir kere ucu ince ve uzun olacak ama sanki yuvarlak ve kalın uçluymuş gibi yazacak; kâğıdı çizmeyecek yani. Kendisi de uzun olacak ki yazdıkça tepesinin hareketlerini izleyebileyim göz ucuyla. Mürekkebi akacak, adeta kelimeleri kendisi üretip yazacak. Markası murkası önemli değil. Bazen küçük ve tozlu bir kırtasiye dükkânında kasanın yanına dizilen kalemlerden biri olabilir. Ama en çok da oradan buradan izinli izinsiz toplanan kalemlerden biri olabilir. Bir arkadaşın kıymetini bilmeyip masasında mürekkebini kuruttuğu kalemi; yabancı birinden imza atmak için alıp da geri vermediğiniz şişman dolma kalem ya da adını hiç duymadığınız bir şirketin eşantiyon kalemi..

Şimdi yazı yazdığım kaleme verdiğim önemle büyük bir yazar küstahlığına girdiğimi sanmayın. Zaten zor çıkıyor kelimeler; bari kalem yardımcı olsun diye.

Neden zor çıkıyor bu kelimeler? Uzun zamandır içimdekilerle dışımdakiler bir uyum sorunu yaşıyor da ondan. Tepkilerimi ve düşüncelerimi hep atlatmam gereken bir aşamadan sonraya bırakıyorum da ondan. Sanki koca bir sahnede yanlış bir repliği tekrarlar gibiyim de ondan: "Köprüyü geçene kadar, sonra hiiiç görmeyeceksin." Sonrası güzel, peki ya şimdi? Ben düşündüklerimi söylemeyip de bir şeyleri görev icabı yaparken, sevmediğimin yüzüne tepkisiz bakıp onun yanında dururken, zorlama bir samimiyetle hareket edip üstelik karşımdaki de bunu içten içe bilir ve ses çıkarmazken, benim kendime olan saygım da sonraya kalacak mı? Bu içten pazarlıklı ve sessizce imzalanan anlaşmayı taraflardan biri bir gün dayanamayıp bozarsa verdiğim onca selamı geri alabilecek miyim?

Bazen yanı başınızda olmasını hiç istemediğiniz insanlar bitiverir karşınızda. Ailede vardır böyle üyeler, belki eşinizin bir akrabası.. İşyerinde beraber çalışmak zorunda kaldığınız biridir, mecbur katlanırsınız. Koşullar sizi belli sınırlar çerçevesinde o insanlarla anlaşmaya hatta bazen de uyuşmaya zorlar. O sınırlar aşılmadığı sürece de problem yoktur. Peki ya o hiç istemediğiniz insan sizden daha üst konumda olan ve bu konumunu sonuna kadar adice kullanan biriyse?? İşte o zaman şartlar değişir. Çünkü adına ilişki bile denemeyecek bu sahte düzende alttan alan hep siz olmak zorunda kalırsınız. Hele ki kaybedecek bir şeyiniz varsa ve o şey bu malum kişinin kontrolündeyse. Aklınıza sadece patronlar gelmesin; bankaya para çekmeye gittiğinizde karşınıza çıkan ve sizi o bed suratına mahkûm eden bir memur da olabilir bu, sigorta şirketinizin uyanık elemanı da. Çok sevdiğiniz bir eşyanızın tamircisi de olabilir, doktora sürecinizi cehenneme çeviren akademisyen kılıklı bir danışman da..

Şimdi diyebilirsiniz “canım onlar kendilerini ayı yerine koymaya çekinmiyor madem, ben niye dayı demeyeyim ki işim görülsün?” Benim derdim onlar değil, onlar ister ayı ister dayı olsunlar, kendileri bilir. Ben ben olarak kaldığım sürece bir problem yok. Benim problemim hayatımı bir başlangıçlar ve sonlar dizini olarak görmemem ile ilgili. Hayat benim yanı başımda akıp giden bir şey de değil. Zaten kendiminkine baktığımda, hep atlatılması gereken safhalar uğruna kaybedilmiş zamanlar gördüğüm sürece, hayatın aslında ne olduğunun ne önemi var?

Kendime bir müddet daha kalem almayacağım. Elimdeki kalemlerle idare ederim. Ne zaman ki içimdeki bu yabancı kelimeler biter, o zaman bir dosttan şöyle afili bir kalem çarparım. İlk yazımın da başlığı hazır: sürç-i lisan ettiysem affola….

20 Ekim 2011 Perşembe

Kediler ve Kitaplar'a...





Fark ettik ki Çavlan ve Umut bizi Okunası Bloglar listelerine eklemişler. Adıyla bile Bilge Karasu'yu anımsatan bloglarını keyifle izlediğimizi belirtir, buradan kendilerine saygılarımızı sunarız efendim.

16 Ekim 2011 Pazar

“Hector anan, gangster baban!”



9 Ekim 2011 Pazar - 15 Ekim 2011 Cumartesi

Her birimizin, çoğu zaman içinde bulunduğumuz ortamla paralel gitmeyen, kişisel bir tarihi var. Bu yüzden, benim için muhteşem bir yıl olan 2011, senin için hayatının en berbat yılı olabilir. Ben Bob Marley’i tanımadığın için sana uzaydan gelmişsin gibi davranırken sen, Blonde Redhead’i sevmediğim için müzikten anlamadığımı düşünebilirsin. Ben, Roald Doahl’dan bihaber olduğun için hayal gücünün zayıf kaldığını iddia ederken sen, bana Alper Canıgüz’ü yeni keşfettiğim için zavallı gözüyle bakabilirsin. Haksız da sayılmazsın; fakat dedim ya, hepimizin kişisel bir tarihi var, bu da benimki:

Ece Temelkuran’ın Murat Menteş’e işaret etmesi,  Murat Menteş’in Afilifilintalar’a daha yakından bakmama neden olması, ardından yolun beni Alper Canıgüz’e götürmesi bir rüyalık zamanımı alıyor. Her ne kadar romanlarıyla kendine muazzam bir okur kitlesi yaratmış olsa da Alper Canıgüz benim hayatıma adını duyduğum anda giriyor. Ne de olsa “ad vermek” var etmenin ilk şartı.

Alper Canıgüz, adıyla var olduktan kısa bir süre sonra, Tatlı Rüyalar ilk cümlesiyle hem aklımdan çıkaramadığım hem de elimden bırakamadığım bir kitap haline geliyor. Başlangıç cümlesiyle aklımı alan, elime yapışan kitabın birinci bölümü bittiğinde yüzüme yerleşen gülümseme, sonraki bölümlerde beni karşılayan yeni karakterler ve hikâyelerle artarak kahkahaya dönüşüyor. Absürd, ama bir o kadar da gerçeğe yakın bir kurguyla karşı karşıya kalıyorum. Alper Canıgüz günlük hayattan aldığı karakterleri ve çok iyi bildiğimiz İstanbul’u fantastik bir olayın içine ustalıkla yerleştiriyor. Tam da H.G. Wells’in dediği gibi: “Sihirbazlık numarasını bitirdikten sonra, fantezi yazarının bütün işi, geri kalan her şeyi insani ve gerçek tutmaktır.”

Yazar, bu yolla okuyucunun kendini özdeşleştirebileceği karakterlerle “Bu benim başıma gelseydi ne yapardım?” diyeceği olayları birleştiriyor. Söz konusu olaylar son derece absürd olduğundan okurun gönül rahatlığıyla “Gerçek hayatta böyle şeyler olmaz ki!” diye düşünerek rahatlamasına olanak tanıyor. Bunu yaparken psikanalize, eğitim sistemine, birtakım dini ve siyasi gruplara, aylaklık ve çalışmaya ciddi (!) göndermeler yapıyor. “Uydurukçu” kitap kahramanlarının anlattıklarıyla hikâye içinde hikâye yazıyor. Karakterlerine rüya içinde rüya gördürerek okuru gerçeklik duygusundan uzaklaştırıyor. Okur hangi karakterin asıl dünyada yaşadığını, hatta asıl dünyanın neresi olduğunu anlayamaz hale geliyor.

Alper Canıgüz Tatlı Rüyalar’ıyla komik mi komik bir Inception öyküsü anlatıyor, üstelik filmden tam on sene önce. “Birini tanımanın en iyi yolu onunla oyun oynamaktır.” diyerek okurla oyun oynuyor, onu yeni oyunlara davet ediyor.

Kitabı okuduktan sonra, gördüğüm rüyanın etkisiyle gülerek uyanıyorum. Freud'a inat, kişisel tarihime yeni bir not düşüyorum: Bu kitabı bilen, bilmeyene anlatsın. Tatlı rüyalar görmek herkesin hakkı!

21 Eylül 2011 Çarşamba

Bizim Karışık Kafamız





  

15 Eylül 2011 Perşembe – 21 Eylül 2011 Çarşamba

“Bir şey gerçekte ne zaman başlar bilinmez.”
Murat Menteş, Dublörün Dilemması

“Bazen edebiyat hayattan daha açıklayıcıdır.”
Barış Bıçakçı, Bizim Büyük Çaresizliğimiz


Bir süredir düşünüyordum: Bir aşk ne zaman başlar? Biz kendimizi ona açtığımızda mı yoksa o bizi bulmak istediğinde mi gelir aşk? Aşk bizim için küçük mucizeler mi yaratır yoksa biz yarattığımız küçük mucizeleri aşka mı benzetiriz?

Sonra kendimi durduramayıp soru listesini uzatıyordum: Bir aşk ne zaman kendine sınırlar çizer? Sen o sınırları geçmeyi mi, bir adım gerisinde durmayı mı tercih edersin? Diyelim şimdi, tam da şu dakikada, birine kaptırdın yüreğini; ama bir sevgilisi var. Bu sana engel olur mu? Diyelim ki sevmediğin bir eşin var, kalbinin bir başkası için çarpması seni rahatsız eder mi? Bir aşkın sınırları nereye kadar uzanır?

Düşünmeye devam ettikçe sorularım evriliyor, bambaşka bir yöne gidiyordu: Diyelim ki sen aşka çizdiğin sınırın gerisinde durmayı tercih ettin. Bunu vicdanın yüzünden mi yapardın yoksa toplumsal yargılar yüzünden mi? Diyelim ki sınırı geçtin, tanımadığın sevgili veya sevmediğin eş için vicdanın sızlar mıydı?

Bu sorular kafamın içinde dönüp dururken karşılaştım Barış Bıçakçı’yla. Aklımdan geçenleri bilirmiş gibi “İnsan severken basit sınıflandırmaların sınırlarını değil kendi sınırlarını görür, kendi sınırlarında dolaşır, kendi sınırlarına değer. Benim bildiğim tek sınır bu.” diyordu. Oldum olası düşündüklerime müneccim gibi karşılık verilmesinden hoşlanmam, hatta biraz ürkerim; ama tesadüfleri severim. Barış Bıçakçı’nın cümlelerini de müneccimlikten çok tesadüfe yakıştırdım. Kim bilir, belki de Bizim Büyük Çaresizliğimiz tesadüfle gelsin, büyüye bulansın istedim.

Kitabın kapağını açar açmaz beni karşılayan, benimle kitabın kahramanlarından biriymişim gibi konuşan sese verdim kendimi, onu kendime dost bildim. Su gibi akan bu yalın ses susmasın diye kitabın kapağını kapatmak istemedim; işe gitmek, uyumak istemedim. Kendimi ona teslim etmek, anlattığı hikâyenin kahramanı olarak kalmak istedim. Hiç sevmediğim Ankara’nın sokaklarında kayboldum. Nihal’e âşık oldum, ona sinirlendim, hayatımdan çıkmasını diledim. Ona dokunmak, korumak için deli oldum; ama haddimi bildim. Çetin oldum, yazarla birlikte yemek yapıp sofra kurdum. Çetin kadar sığ olmadığımı kanıtlamak için Ender’in kitaplardan ve çeviriden bahsettiği anlarda onunla gönül bağı kurdum. Onların küçük dünyalarına, yaşamadıkları aşklarına ortak oldum. İmkânsız bir aşka umutla baktım yersiz de olsa. Sesin beni sonunda getirdiği yerde kendimi tutamadım, kitaptan taştım. Yine sorular sordum, hep sorular sordum.

Bizim Büyük Çaresizliğimiz bende bir hâl bıraktı. Kitabın konusunu anlatarak, eleştiri sanatından yararlanarak, yazarın tarzını ona veya buna benzeterek ifade edemeyeceğim bir hâl…

Yüzümde iyi bir kitap okumanın yarattığı gülümseme, içimde üç kişinin tek taraflı aşklarına bakmanın verdiği burukluk... Listeme yeni sorular ekleyip bir kez daha düşündüm: Bir aşk ne zaman başlar? Bir roman ne zaman biter?

17 Eylül 2011 Cumartesi

Ahparig'e


Sevgili Hrant Dink,

Duydum ki 15 Eylül doğumgününmüş...

Seni geç tanıdım. İsterdim ki o uğursuz gün hiç olmasın ve sen yine benim arada bir televizyon ekranında ya da gazetelerde rastladığım "heyecanlı ve iyi bir insan" olarak kal. Kelebeklerin ömrünün bir gün olması hiç de romantik değil bence. Güzelliğin bedeli bu kadar ağır olmamalı.

Halkın hakkında o bilindik önyargıların sıkça dile getirildiği bir ailede büyümedim ben. Belki de kendisi hakkında da benzer şeyler ifade edilmiş ve bunu sineye çekmiş bir halkın çocuğu olduğum için. Belki de yıllar boyu dipdibe yaşamamızdan ve söylenen her sözün ucunun bir şekilde bize de dokunacağını bildiğimiz için. Sahi biz ne zaman birbirimizden bu kadar ayrıldık ya da ayrıldığımızı sandık? Her evin kapısını açık bırakarak uyuduğu gecelerden, her kalp kapısının kapandığı bu günlere nasıl geldik? Günah günaha karıştı.

Ne düşünüyorum biliyor musun? Bu ülkede "biz" diye birşey yok belki. Belki koca bir yalan yüzyıllardır beraber yaşadığımız masalı. Oysa masallar ne güzeldir. İyiler hep kazanır....

Yaşamın sadece kendi dünyalarının değerlerinden oluştuğunu zannedenler bilmezler. Başkalarının değerlerine karışmadan edemezler. Tüm küstahlıklarıyla bir virüs gibi yayılırlar ortalığa. Tek korktukları da senin gibi yüreklerdir.

Şimdi gözlerinin yaydığı umuda ihtiyacı var bu toprakların. Yaprakların sararıp; yeşermek, yeniden doğmak için kendini saldığı bu umut ayında doğmuşsun sen de. Yüzümüz eğik..ama bil ki seni çok özledik.....

16 Eylül 2011 Cuma

İçim İçime Sığmıyor



















7 Eylül 2011 Çarşamba
İstanbul yolunda

Deniz manzaralı bir kafede oturuyorum. Yan masada oturan iki kadının konuşmasını duyuyorum ara sıra. “Sana ‘tattoo’ çok yakışır.”, “Akşama ‘private party’ var.”  gibi cümleler kuruyorlar. Etraftakiler bunu normal karşılıyor. “Türkçe konuşurken İngilizce yerine Ermenice ya da Kürtçe kelimeler kullansaydık ne olurdu?” diyorum. Etraftakiler bunu pek de normal karşılamıyor.

Çay molası verdiğim bir gün, bir iş arkadaşım komik olduğunu düşündüğü bir olay anlatıyor. Kürt aksanıyla kendisine “Türkçe anlamıyorsun kardeşim?” diyen kişiyi taklit ettikten sonra, etraftakiler de bu arkadaşımla aynı fikre varıp gülüyor. Anlatılan anekdotun sonunda “Bunda şaşılacak ne var? Belli ki adamın ana dili Türkçe değil.” diyorum. Etraftakiler bunu hiç komik bulmuyor.

Çalışıyorum. Biri “Michael Stipe’ın gay olduğunu ilk duyduğumda çok üzülmüştüm.” diyor. Etraftakiler de onunla birlikte üzülüyor. “Gay olmasa gelip seninle birlikte mi olacaktı? Neden üzülüyorsun?” diyorum. Etraftakiler bu kez benim halime üzülüyor.

Yemekten yeni gelmişim. İş arkadaşlarımdan biri “New York’un kimi bölgelerinde eşcinsellere evlenme hakkı verdiler ya, yetmiş küsur yaşında iki kadın evlenmiş. Nasıl öpüşüyorlardı bir görseniz. Tiksindim.” diyor. Etraftakiler de onunla birlikte tiksiniyor. “Ben bunları görünce duygulanıyorum. Düşünsenize, yetmiş yaşınızı geçmişsiniz; ama hiçbir zaman istediğiniz gibi yaşayamamışsınız.” diyorum. Etraftakiler benim de eşcinsel olup olmadığımı sorgulayıp, olmadığımı öğrenince derin bir oh çekiyor.

Yıllarca önce çalıştığım anaokulunda bir öğretmen “Regl oldum. Zaten ayda iki kere yatıyoruz, biri bu regl yüzünden iptal oluyor.” diyor. Ardından bana bakıp “Sen bilmezsin tabii bunları, evlenince anlarsın.” diye sözünü benden bir adım öndeymişçesine tamamlıyor. Etraftakiler aynı bilgiye haiz olmanın rahatlığıyla gülümsüyor. “Kocan regl olduğun için seninle yatmıyor mu? Aşk, kana yenik mi düşüyor?” diyorum. Etraftakiler düşen çenelerini elleriyle kapatıp toplu bir “Aaa!” sesi çıkarıyor.

Bir akrabamın evindeyim. Küçük bir kız çocuğu kendimi “kadın” diye tanımlamama kızmış, “Sen kadın değil, kızsın.” diyor. Üstelik bunu ikinci kez yapıyor. Etraftakiler kendi fikirlerini kaydedip tekrarlayan bu akıl küpüne bakıp övünüyor. “Kontrol ettin mi?” diyorum. Etraftakiler bıraktığım soru işaretinden gözlerini alamıyor.

İçim, dışımdakilere bir türlü ayak uyduramıyor. Böyle böyle öğreniyor susmayı, dilinin ucuna gelenleri kendine saklamayı, etraftakilerin beklentilerine uymayı, yazıyla kardeş olmayı. İçim, “Bu kadar hümanist olma!” diyenlere, hakkımı aradığım için beni asabi bulanlara, eşcinsellerin bizden farkı olmadığını savunduğum için beni lezbiyen zannedenlere, çok okuduğum için yaşamadığımı düşünenlere, aşkı beklediğim için bana enayi yaftası yapıştıranlara bakıp sessizce “Hepimiz insanız, hiçbirimizin ikinci bir hayat yaşama şansı yok.” diyor. Etraftakiler duymuyor.
****************
İçimin sesini beğenmeyenler Kapsül'ü dinlesin. Özen Yula'nın konuyu benden daha güzel özetlediği, hem pek yetenekli hem de pek efendi arkadaşım Burak Şentürk'ün de muhteşem yorumladığı kesin.

10 Eylül 2011 Cumartesi

Kısacık



2 Eylül 2011 Cuma
İzmir'e giderken

Bu, kısa bir yazı olmalı. Bu kısa yola, sarsılan otobüse, kalemi güçlükle hareket ettiren sağ elime ve defterde eğilip bükülen harflere yakışır kısa bir yazı...

Gündüz vakti yoldayım. Oysa ben ayın bizi gördüğü gece yolculuklarını severim. Akıp giden yolun hızına yetişemediği için çabucak kayboluveren toprağı, yeşili ve suyu görmek tuhaf geliyor. Sol yanımda yola çıktığından beri Sudoku çözen bir “bay” var. Yanında oturan “bayan”ın okuduğu gazeteyi de er kişisinin attığı dayaktan ölen bir başka “bayan”ı anlatan sevimsiz hikâyeyi de görmüyor. Ülkemde her gün kadınlar ölüyor. Neyse ki yanımdan rüzgârgülleri geçiyor, kısa bir süre için içimi serinletiyor.

Aklımdan küçük bir kızla, koskoca iki kadın arasındaki kısa diyalog geçiyor. Her şey bir ablanın “Ben koskoca kadınım.” demesiyle başlıyor. Küçük kız “Sen kadın değil, kızsın.” diyor. Esas koskoca kadın “Tabii ki kız, evlenince kadın olacak.” diyor. Ruhum bedenimden çıkıp “cinsiyetsiz” olmanın keyfine varıyor. Kısa bir süre sonra, yeniden kadın bedenine girip “kız” diye anılmanın çok da kötü olmadığını söyleyen Pollyanna’yla buluşuyor.

Ben yolla buluşuyorum, yola karışıyorum, yolla bir oluyorum. Yolda bulduğum kendimi yeniden yola veriyorum. Kısa bir süre sonra, yolun sonunda aynı olmayacak kendimi özlüyorum. Kendimi alıp yola kısa bir yazı bırakıyorum.

9 Eylül 2011 Cuma

Kalçalar ve Beyinler


31 Ağustos 2011 Çarşamba

Uzun zaman düşündükten ve otobüs bileti aradıktan sonra annemle birlikte bir akrabamızın (babaanne) yazlığına gitmeye karar veriyoruz. Aslında annem, akrabamızı görmeye karar veriyor, beni de aldığı ikinci biletle serüvenine iki günlüğüne dâhil ediyor. Otobüs saati yaklaşınca nanik yapar gibi akrabamızın oğlunun (baba), karısı (anne) ve iki çocuğuyla yazlıkta olduğunu söylüyor. Biletler alınmış, benim de çocuklarla aram iyi olduğu için pek bir şey yapmıyorum.

Saatlerce süren otobüs yolculuğundan sonra yazlığa varıyoruz. Varış saatimiz gece yarısını geçtiği için hemen yatıyoruz.

Sabah çocuk sesleriyle uyanıyorum. Kahvaltıda karşıt görüşün yılmaz savunucusu babayla politik bir sohbet açılıyor. Açılan sohbet, gerilim filmi havasına girip kapanmak bilmiyor. Bu havayı dağıtmak için denize gitmenin iyi bir fikir olduğu düşünülüyor. 

Denize bir merasim havasında gidiyor, şemsiyelerimiz ve hasırlarımızla plajın bir köşesine yayılıyoruz. Çocukların annesi (benimle aynı yaşta, iki çocuk ve iri bir vücut sahibi), bağıra çağıra çocuklarına komutlar veriyor. Topladığı taşları satmaya çalışan erkek çocuğuyla kendimi Fırat Budacı’nın hikâyelerinden birinde buluyorum. Anne, bedenimle ilgili bin bir çeşit yorum yapıyor. “Çok zayıfsın, biraz yemek yesene.” “Kalçalar iyi de üstte biraz eksiklik var.” “Bacaklar fena değil; ama kollar kırılacak gibi.” Zayıflara yapılan Türk usulü bu işkenceye öylesine alışmışım ki hiçbir şey söylemiyorum. İçimden “Senin de kocaman kıçın var, biraz az ye.”, “Altın ayrı üstün ayrı iri; ne desem boş!” diye cevap vererek öcümü alıyorum.

Akşam eve gelindiğinde âdet olduğu üzere evin erkeği (dede) mangal yapıyor. Etrafındakileri doyurarak görevini yapmış olmanın verdiği haklı gururla bana “Eee, sen ne iş yapıyorsun?” diyor. “Çevirmenim.” cevabı kendisine yetmeyince “Ne çeviriyorsun? Ne yapıyorsun yani? Biraz anlatsana.” diye soruyor. Uslu uslu denileni yapıyor, işimi anlatıyorum. Mesleğimi bir şeye benzetememiş olacak ki bana kendi işimi kurmamı, bu kadar iyi bildiğim dilden daha iyi istifade etmemi öneriyor, başka işlerde çok daha iyi paralar kazanabileceğimi de eklemeyi unutmuyor. “Tabii,” diyorum kendi kendime “insanın ehemmiyetini belirleyen kazandığı paranın oranı nihayetinde.” Yarından tezi yok kendi işimi kurmaya niyetleniyorum.

Ayı izlerken çocukların annesine yakalanıyorum. Boş boş aya baktığımı görünce dertli olduğuma hükmetmiş herhalde. “Hilâl görünce dilek tutarsan olurmuş.” diyor, ardından evliliği ima eden bir cümle kuruyor. Kalbi kırılmasın diye evlilikle ilgili bir dilek tutar gibi yapıyorum. Otuzuma girdiğimden beri gördüğüm “evde kalmış kız” muamelesini de böylece savuşturuyorum.

Yemekten sonra gelen çay vakti, son darbeyi vurmak için uygun bir an. Erkek çocuğu benimle ilgili bir şey anlatırken “şu çirkin kadın” diyor. Yaşıtım anne  "çirkin" kelimesine hiç takılmadan "Aa!" diyor, “Oğlum, kadın denmez; o daha abla.” Çirkin ya, o yüzden HENÜZ kadın olamamış, DAHA abla!

Ortamda biraz daha kalır, hele bir de konuşmaya başlarsam “ÇİRKİN, ASABİ ve ÇOKBİLMİŞ” bir ablaya dönüşebileceğimi fark edip uykumun geldiğini söylüyorum. Güzelleşmek için bilgiye sığınıyorum. Nerede kalmıştık? Sayfa 146. “Hiçbir aşkta umuda yer, sebebe lüzum yoktur.”

Kalçalarım iyi de, üst tarafa ne yapmalı bilemiyorum.