15 Ekim 2012 Pazartesi

"Ah, kimselerin vakti yok"


Başkalarının yazılarını olduğu gibi alıp buraya koymak âdetim değildir; fakat bu şiir günlerdir aklımdan çıkmıyor. Belki son dönemlerde çok kırıldığım için, belki kırıldığım halde durup dinlenmeye vakit bulamadığım için, belki ince şeyleri anlatmaya çalışmaktan yorulduğum için, belki de işte öyle…

İLKYAZ

Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya

Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya
Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı
Bakıp  kapatıyorlar
Geceye giriyor türküler ve ince şeyler

Memelerinde biraz irin, biraz balık ve biraz gözyaşı
Bir dev oluyorsun deniz deniz deniz
Sisin dere ağızlarından sokulup akşamları
Fındıklarımızı basıyor
Neyleriz kararan tomurcukları
Çocuklarımıza yalvarıyoruz: Aç durun biraz
Tecimenlere yalvarıyoruz:
Bir "Hotel" bir gizli evlenme az çiziniz
Bir banka az çiziniz bir yalvarma
Bizden size ve sizden dışardakilere

Karılarımızı yolluyoruz tırnaklarını kesmeye ve demeye
-Evet efendim-
Çocuklarımızı yolluyoruz dilenmeye
Bizler gidiyoruz yatağımız tanrıya emanet
Yazların motorlu çingeneleri

Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya

Baba evleri, ilk kez girilen ırmağa dönüş
Toprağa tutku, kendinden dolayı
Kulaklarımızı tıkıyoruz: Para para para
Kulaklarımızı açıyoruz: Kavga kavga kavga
Sorar belki biri: Kavga ama neden kavga
Komşumuza sonsuz balta, karımıza yumruklar içinde
-Bilmiyoruz neden kavga.

Sonra kasabanın cezaevinde
Silgimizi göz önüne yerleştiriyoruz
Günlerimizi iterek genişletiyoruz
Yer açıyoruz karılarımızı düşünmeye
Bizsiz geçen menevşeyi düşünmeye

Durup ince şeyleri anlatmaya
Kimselerin vakti olmasa da
Okulların kadın öğretmencikleri
Tatil günlerini çoğaltsalar da
Kutsal nemiz varsa onun adına
Gözlerimiz için bağlar dokusalar da
Birikimler ve çizgiler gitgide gitgide
Açmaya ilkyaz çiçekleri

Bir gün birileri öte geçelerden
Islık çalar yanıt veririz


5 Ekim 2012 Cuma

ama...


Garip bir memlekette yaşıyoruz. İnsanlar bir yandan her şeyi kabullenirken bir yandan da bu hallerine sebepler uyduruyor. Suçu başkasına atmak en başarılı olduğumuz alanlardan biri. Bir şeyi beceremiyorsak veya onun yanlış olduğunu düşünüyorsak bu durumun mutlaka bir nedeni var. Duruşumuzun, söylemimizin, hayat tarzımızın, yaptıklarımızın, yapamadıklarımızın, yapmamayı tercih ettiklerimizin hep bir suçlusu var ve o suçlu tabii ki biz değiliz.
Savaşa karşıyız, ama Türk halkına yapılanların öcünü de almamız gerekiyor.
Eşcinsellerle ilgili sorunumuz yok, ama bizden uzak durmalarını istiyoruz.
Hepimizin Kürt arkadaşları var, ama Kürtçe eğitim verilmesini manasız buluyoruz.
Alevileri seviyoruz, ama cemevlerinin ibadethane sayılmasına karşıyız, bize camiler yetiyor.
Bir zamanlar çok sevdiğimiz Ermeni komşularımız vardı, ama Ermeni halkının savaş anında yapılanları bu kadar büyütmesine çok sinirleniyoruz.
Belediyenin birtakım yolsuzluklara karıştığını kabul ediyoruz; ama çok iyi çalıştıklarını, metro bile yaptıklarını görmezden gelemiyoruz.
Birilerine âşığız, ama zayıf yönlerimizi ona göstermemek için çabalamaktan yoruluyoruz.
İletişim çağının iletişim kuramayan insanlarıyız. Kapılarımızı bir başka kültüre, yeni bir düşünceye, farklı bir halka açmayı bir kenara bırakalım, en yakınlarımıza doğru bir adım atmaktan bile aciziz. Oysa bilgisayarlar, cep telefonları, silahlar için değil; dokunmak, hissetmek, üretmek için tasarlanmış ellerimiz var. Ellerimizi birbirimizin yaralarını iyileştirmekte kullanabilmemiz için önce cümlelerimizi “ama”lardan kurtarmamız gerekiyor. Ancak o zaman her şeyin suçlusu biraz da biz olabiliriz.