5 Ekim 2012 Cuma

ama...


Garip bir memlekette yaşıyoruz. İnsanlar bir yandan her şeyi kabullenirken bir yandan da bu hallerine sebepler uyduruyor. Suçu başkasına atmak en başarılı olduğumuz alanlardan biri. Bir şeyi beceremiyorsak veya onun yanlış olduğunu düşünüyorsak bu durumun mutlaka bir nedeni var. Duruşumuzun, söylemimizin, hayat tarzımızın, yaptıklarımızın, yapamadıklarımızın, yapmamayı tercih ettiklerimizin hep bir suçlusu var ve o suçlu tabii ki biz değiliz.
Savaşa karşıyız, ama Türk halkına yapılanların öcünü de almamız gerekiyor.
Eşcinsellerle ilgili sorunumuz yok, ama bizden uzak durmalarını istiyoruz.
Hepimizin Kürt arkadaşları var, ama Kürtçe eğitim verilmesini manasız buluyoruz.
Alevileri seviyoruz, ama cemevlerinin ibadethane sayılmasına karşıyız, bize camiler yetiyor.
Bir zamanlar çok sevdiğimiz Ermeni komşularımız vardı, ama Ermeni halkının savaş anında yapılanları bu kadar büyütmesine çok sinirleniyoruz.
Belediyenin birtakım yolsuzluklara karıştığını kabul ediyoruz; ama çok iyi çalıştıklarını, metro bile yaptıklarını görmezden gelemiyoruz.
Birilerine âşığız, ama zayıf yönlerimizi ona göstermemek için çabalamaktan yoruluyoruz.
İletişim çağının iletişim kuramayan insanlarıyız. Kapılarımızı bir başka kültüre, yeni bir düşünceye, farklı bir halka açmayı bir kenara bırakalım, en yakınlarımıza doğru bir adım atmaktan bile aciziz. Oysa bilgisayarlar, cep telefonları, silahlar için değil; dokunmak, hissetmek, üretmek için tasarlanmış ellerimiz var. Ellerimizi birbirimizin yaralarını iyileştirmekte kullanabilmemiz için önce cümlelerimizi “ama”lardan kurtarmamız gerekiyor. Ancak o zaman her şeyin suçlusu biraz da biz olabiliriz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder