27 Nisan 2012 Cuma

Ne desem..


Bir diyeceğim vardı. Ne zamandır dilimin ucuna gelen, hep demeyi ertelediğim..

Bu oda sıcak. Düşüncelerimin beynimden akıp gitmesine olanak verecek kadar sıcak hem de. Yine de kalkmıyorum. Çalışıyor olmak görüntüsü, aylak dolaşma görüntüsünden daha çok ihtiyacım olan bir şey. Aralık perdeden güneş, aralık pencereden hafif bir esinti sızıyor. Dilimin ucuna geliyor kelimeler. Evet, benim bir diyeceğim vardı..

“Saç sefadan tırnak cefadan uzarmış” derler. Ne saçım ne de tırnaklarım uzuyor. Öyle sabit kalakalmışlar. Sanki bedenim dondurulmuş da arafta bekliyor. Hani dilimin ucuna geleni bir söylesem..

Anlayış benden çok uzaklarda bir kelime olmuş. İnsanlardan anlayış beklemiyorum; aksine ben anlayış göstermek istemiyorum. Sessiz kaldıkça saldırganlaşan bir topluluğa bakıyorum. Herkeslerin bir doğrusu var. Yahu benim de bir diyeceğim vardı ama..

Dün mektuplarımı toparladım. Artık hepsini sahiplerine ulaştırsam iyi olacak. O kadar yazmışım, yine de hala bir diyeceğim var..

Uzun zaman önce kayıp bir yazımı bulmaya yeltenmiştim. Şimdi kayıp sözümü arıyorum. Bir diyeceğim vardı benim. Dur biraz daha bakınayım….

20 Nisan 2012 Cuma

ÇEVİRMEN'E




BAĞLANMAYACAKSIN BİR ŞEYE
 Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
 "O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
 Demeyeceksin işte.
 Yaşarsın çünkü.
 Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
 Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az
 severse kırılırsın.
 Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
 Senin onu sevdiğinden...
 Çok sevmezsen, çok acımazsın.
 Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın
 hem
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
 Senin değillermiş gibi davranacaksın.
 Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de
 korkmazsın
 Onlarsın da yaşayabilirmişsin gibi
 davranacaksın
 Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
 Paldır küldür yürüyebileceksin.
 İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
 Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri
 sahipleneceksin.
 Gökyüzünü sahipleneceksin,
 Güneşi, ayı, yıldızları..
 (...)
 Çok sahiplenmeden, çok ait olmadan
 yaşayacaksın.
 Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
 Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
 İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...

 CAN YÜCEL

Yüzümüzdeki kusurlar, son anda vazgeçtiğimiz yolculuklar mıdır?*


Arada sırada gitmeli insan. Giderken ardında bıraktıklarına tek tek sarılmalı. Uzun bir otobüs yolculuğuna çıkmalı. Düşüne düşüne kendine yaklaşmalı, içindeki benliklerle bir kez daha tanışmalı. Düşüncelerini yola bırakmalı, kendinden uzaklaşmalı. Mağaza indirimlerinden, insan kalabalıklarından, yeknesak konuşmalardan kaçmalı. Yalnız kalmalı, geçtiği sokakların ışıklarına bakarken başını cama dayayıp kendini müziğe bırakmalı. Kitaba karışmalı, yazıyla barışmalı. Özlemeli, geri döndüğünde birilerinin onu özlediğini görmeli. Yola aşkla bağlanmalı, zamanı geldiğinde onu geride bırakıp umudunu yeni aşklara bağlamalı. Rutinin koruyucu kollarından çıkıp bilinmeyenin elini tutmalı.

Ne olursa olsun yerleşmemeli insan. Kusurlu hayatına yüzündeki kusurları da eklememeli. Çünkü “yavaş yavaş ölürler seyahat etmeyenler”. Genç yaşında ölmemeli insan, arada sırada gitmeyi bilmeli.

* Başlıktaki dize Adem Yeşilyurt’un bir şiirinden alınmıştır. Adem’in bloğu için tıklayınız: günceler


9 Nisan 2012 Pazartesi

Şansa Bak!


30 Mart 2012 Cuma – 8 Nisan 2012 Pazar

Bir şansın olsa buralarda durur muydun?

Bir şansın olsa birlikte yaşadığın insanlarla yaşamaya devam eder miydin?

Bir şansın olsa diyorum, şu anda yaptığın işi yapar mıydın?

Bir şansın olsa mesela, olmaz ya, rahat yuvanı geride bırakır mıydın?

Bir şansın olsa, ki mümkün değil, ofis odalarına sıkışmaktan, alışveriş merkezlerinin kasvetinden, manasız konuşmalardan uzaklaşır mıydın?

Bir şansın olsa nereye kadar koşardın?

Sen şansını kullandın mı? Zaman geçip gidiyor mu? Çok mu yaşlandın? Bu yaştan sonra yapılacak bir şey yok mu?

Sen ne dersen de, bence insan kendi şansını kendisi yaratır. Çünkü hayat öyle üst üste konulan ve ağır bir darbe almadığı sürece birbirinden ayrılmayan lego parçaları gibi değil. Her şey yıkılıp yeniden yapılabilir. Bunu yapmak için ilahi bir güce ihtiyaç yok; sadece neye, ne kadar katlanabileceğini bilmek gerek. Sonrası yap, boz, ekle, çıkar, “dene, yenil; bir daha dene, gene yenil; daha iyi yenil.

Şimdi bir şansın olsa tekrar tekrar deneyip yenilir miydin?

5 Nisan 2012 Perşembe

"Çoktular, Ama Hiç Yoktular"



4 Nisan 2012 Çarşamba
“İki dakikanı alabilir miyim?” dedi.
“Tabii ki.” derken bana ne anlatacağını merak ediyordum.
Yalnız kaldığımız anda söze başladı: “İnternetten sipariş vermiştim.” Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu sesinden anlaşılıyordu. “Paket açık gelmiş.”
“İçindekiler mi çalınmış?” dedim.
“Hayır, ama kitap sipariş etmiştim.” Bunu patlayıcı madde sipariş etmiş de polise yakalanmış edasıyla söylüyordu.
“Ben de kitap sipariş ediyorum bazen. Hem daha ucuz oluyor hem de zamandan tasarruf ediyorum.” dedim bunun o anda verilebilecek en kötü cevap olduğunu bilmeksizin.
“Hayır, hayır! Anlatamadım. Ben Ermenilerle ilgili, Ermeni yazarların yazdığı kitaplar sipariş etmiştim. Ha! Bir de Ermeni bir müzisyenin albümü vardı.” dedi.
Öylesine kaz kafalıydım ki ne anlatmaya çalıştığını bir türlü anlamıyordum. “Ben de Ermenilerle ilgili bir sürü kitap alıyorum.” diye atıldım.
“Fakat ben çok korkuyorum.” deyiverdi. “Ya biri kitapların ismini görüp de paketi açtıysa? Ya bize zarar verirse? Üstelik annemlerin adresini vermiştim. Ya anneme bir şey olursa?”
Sonunda algım açılmıştı. “Yok canım! İşgüzar biri değerli bir şey var mı diye bakmıştır. Kafana takma sen, üzme kendini.” diye avutmaya çalıştım onu.
O ise hâlâ panik halindeydi, yüzünden salt korku okunuyordu. “Bir şey olmaz değil mi?” dedi ailesinin hayatı benim vereceğim yanıta bağlıymışçasına.
Kendimden emin bir şekilde “Olmaz. Korkma sakın. Böyle düşünecek olursak adım atamayız.” diye uzayıp giden bir telkine giriştim. Bu diyalog hiçbir sonuca varamadan birkaç kere tekrarlandı. Yüzündeki korku, ancak günler sonra geçecekti.
Hepimizin kardeş olduğu bir ülkede azınlık olmak tam da böyle bir şeydi. Kuaför koltuğunda otururken makası şahdamarında hissetmek gibi, anadilini konuşurken korkmak gibi, adını söyler söylemez kendini ele vermek gibi, bir gün sokak ortasında vurulabileceğini ve yerde yatan cesedinin üzerine gazete serileceğini bilmek gibi…
Günler sonra, her şeyin yolunda gittiğini öğrenince, her ne kadar belli etmesem de rahat bir nefes alacaktım. Kuaför, makasını benim şahdamarımdan çekmiş gibi; aynı tehlike benim annemi ıskalamış gibi, onunla kardeşmişim gibi…

2 Nisan 2012 Pazartesi

Sen Tek Biz Hepimiz



31 Mart 2012 Cumartesi
Çünkü gerçek diye bağrımıza bastığımız hiçbir şey, gerçek falan değildir.
Hakan Bıçakcı, Ben Tek Siz Hepiniz
Ofisteyim. Bir gıcırtı duyuyorum. Bilgisayarın karşısında otururken koltuğumun sallanmaya başladığını hissediyorum. Tansiyonumun düştüğünü sanıp koltuğun kollarına sıkıca tutunuyorum. O ise gıcırdayarak bir ileri bir geri hareket ediyor. Çalışma masama nazır salıncağa biniyorum, yüzümü yalayan rüzgâra gülümseyerek karşılık veriyorum. Aniden telefonum çalıyor. Arayan münasebetsize cevap vermek için ahizeye uzanınca koltuğum sallanmaktan vazgeçiyor. Telefonu kapattıktan sonra “Vay be! Hakan Bıçakcı öyküsü gibiydi.” diyorum. İş arkadaşım “O da kim?” diye sorunca kendime gelip “Bir yazar.” diye geçiştiriyorum.
Ben Tek Siz Hepiniz’i günlerdir elimden ve dilimden düşürmediğim için olsa gerek bu soruyu çok sık duyuyorum. Soru hep aynı olsa da benim verdiğim cevaplar karşımdaki kişiye göre değişiyor. Yanıt bekleyen, değer verdiğim biriyse “Genç bir yazarımız. Ben de yeni keşfettim, mutlaka okumalısın.” diye başlayan bir açıklamaya girişiyorum. Pek de hoşlanmadığım birine dert anlatıyorsam “Aaa! Tanımıyor musun? Yazık! Oysaki çok başarılı biri.” diyorum yazarın bütün kitaplarını hatmetmişçesine.
Kitapla baş başa kaldığım zamanlarda ise yazarın hayal dünyasıyla gerçek dünya arasında gidip geliyorum. Belki de bu yüzden Hakan Bıçakcı ile ilgili asıl fikrimi kimselere anlatmıyorum. Açıkçası “Arada sırada senin de koltuğun salıncağa dönüşüyor mu? Hah! İşte böyle öyküler anlatan bir yazar!” cümlesine en yakın arkadaşlarımın bile olumlu tepki vereceğini sanmıyorum.
Yazarın Barış Bıçakçı’yla soyadı benzerliği beni ilk anda heyecanlandırsa da çok geçmeden “c” ve “ç” harflerinin azizliğine uğradığımı fark ediyorum. Ben Tek Siz Hepiniz’i alırken yazarın değil, kitabın adına vuruluyorum. Çocuk oyunlarında bütün dünyaya kafa tutmayı anlatan bu cümlenin, kitap kapağında hiç de çocuksu olmayan kesik parmaklarla donatılmasına mana veremiyorum. Öyküleri okuyunca, kitap başlığının çocuklardan çok büyüklerin dünyasında yalnız kalmış bireyin serzenişine işaret ettiğini anlıyorum.
Düşle gerçek arasında asılıp kalmış kitap karakterlerinde insanı tedirgin eden, bir o kadar da tanıdık bir “şey” var sanki. Her yer saplantılı karakterlerle dolu. Sokakta veya işyerinde karşılaşabileceğim insanların başından tuhaf olaylar geçiyor. Bilincin altını üstüne getiren psikolojik göndermeler yapılıyor. Bir yanıyla gotik, diğer yanıyla komik hikâyeler anlatılıyor. “Böyle bir şey benim başıma gelmez ki!” dediğim anda, öykünün kahramanı, hayatımın değişmez bir parçası haline gelmiş deniz otobüsüne biniyor. “Başımdan geçen hikâyelerle kafamdan geçen hikâyeleri” ayırt edemez oluyorum.
Kimi öğeler beklenmedik yerlerde tekrar karşıma çıkıveriyor. Farklı öykülerin insanlarının oturduğu kafelerde Big in Japan çalıyor. Bir öyküde anlatılan parmaklar başka bir öyküde yeniden boy gösteriyor. Bu öğeleri Dali’nin pek çok eserinde yer alan eriyen saatlere benzetiyorum; beni rahatsız etmek yerine gerçeküstü bir dünyada gerçeğe tutunmamı sağlıyorlar.
Bir yerlerden deniz kokusu geliyor, yattığım yerden doğrulup hafif sağa dönüyorum. Şezlongda olduğuma yemin edebilirim, gözlerimi açmadan ayaklarımı aşağı sallandırıyorum, bir iki adım atıyorum. Kumlar ayaklarımı yakınca gözlerimi açıyorum. Odamın duvarıyla karşı karşıya kalıyorum, arkamı dönüp şezlong olmaktan çok uzak yatağıma bakıyorum. Yatağın yanındaki komodinin üzerinde Ben Tek Siz Hepiniz duruyor. Bu tekinsiz histen kurtulmak için kitabın kapağını açıp yazarın imzasına bakıyorum. Hakan Bıçakcı’nın çizdiği parmak “Sen Tek Biz Hepimiz” dercesine adıma işaret ediyor.