24 Temmuz 2013 Çarşamba

nedeni çok


Uzun zamandır ne yazı yazıyorum ne de kitap okuyorum. Çünkü düne kadar akıllı telefonlarını elinden düşürmeyenler hakkında atıp tutan ben, bugün akıllı telefonumu elimden bırakamıyorum. Ana akım medyada bulamadığım bilgiyi sosyal medyadan edinmeye çalışıyorum. Yeri geliyor sevinç gözyaşlarına boğuluyorum, yeri geliyor üzüntüden ağlıyorum. Elinde sopayla, palayla veya bıçakla dışarı çıkan "delikanlı mahalle abilerini" gördükçe korkuyorum, dehşete düşüyorum. Her zamanki gibi kendi kendime sorular soruyorum: Nasıl oluyor da benim korku ve dehşet gördüğüm yerde bir başkası "umut" görüyor? O başkası nasıl oluyor da ölene bile saygı duymuyor? Benim ağzımdan çıkan en ufak lafı bile dinlemezken iktidarın iki dudağı arasından çıkan her söze nasıl sorgulamadan inanıyor?

Her zamankinden farklı bir şekilde bu kez cevap bulmakta pek zorlanmıyorum. İç ses durmaksızın şunları söylüyor:

Çünkü muktedirin yanında olması ona infaz hakkı veriyor.

Çünkü onun yaşamı normal.

Çünkü onun arkasında zor tutulan bir kitle var.

Çünkü o elinde palayla, sopayla, bıçakla, hatta silahla sokağa çıksa da hapis cezası almıyor.

Çünkü o camiye ayakkabıyla girilmesine çok kızıyor; fakat camiden çıkıp insan dövmenin olağan olduğunu düşünüyor.

Çünkü o kaldırım taşlarının insan canından daha değerli olduğuna inanıyor.

Çünkü o tecavüze uğrayan kadının bakire değilse bunu hak ettiğine kanaat getirmiş.

Çünkü o küçücük bir kız çocuğuna onlarca adamın tecavüz etmesine razı.

Çünkü o, kadın eve geç geliyorsa veya yemek yapmıyorsa dövülmesini mubah görüyor.

Çünkü o sokağa çıkanın elinde çiçek bile olsa tez elden korkutularak evine gönderilmesi gerektiğini savunuyor.

Çünkü o her türlü rezilliği görmezden gelip yaptıklarını dinle temizlemeye çalışıyor.

Çünkü o her şeyi çok iyi biliyor, kimseyi dinlemiyor.

Çünkü o devletin hizmet alınması değil, hizmet edilmesi gereken bir kurum olduğuna canı gönülden inanıyor.

Çünkü onun hiç babası yakılmamış, hiç çocuğu öldürülmemiş.

Ah pardon! Tüm bu nedenleri sıralarken çok mu ileri gidiyorum? Yoksa yayında mıyız? Keşke pudra olsaydı.

11 Şubat 2013 Pazartesi

Suç ve Heba



Fotoğraflarıma bakıyorum, gözlerimdeki ışık biraz azalmış gibi. Fotoğraf makinesinin azizliğidir diyerek aynalara sığınıyorum. Sanki dipsiz bir kuyunun derinliklerine yuvarlanmış ışığım. En azından orada bir yerde diye düşünüyorum, orada olması demek bir gün kendini yeniden gösterebilir demek.

İçimden afili bir küfür savuruyorum ışığımdan bir parça alıp gidenlere. Hak etmeyen insanlara içimden geçenleri gösterdiğim için kendime de kızıyorum. “Her gün” diyorum “biraz daha az güveniyorsan insanlara bu senin de suçun. Biri seni gülümsettiğinde her şeyin kötü bir şaka olabileceğini düşünüyorsan bu biraz da senin suçun. Seni mutlu etmeye çalışanların bambaşka bir yüzleri olabileceği ihtimaline inanıyorsan bu az da olsa senin suçun.”

Ne o? “Saçmalama!” der gibisin. Yok, saçmalamıyorum. İnsanın kendini ele vermesi kolay değil; ama çocukluğumu bir yerlerde bırakmam gerektiğine ikna olabiliyorsam bu düpedüz benim de suçum. Suçluyum, öyleyse kendimi ihbar ediyorum: Gün geçtikçe adımlarımı daha tedirgin atıyorsam bu benim de suçum.

Mantıklı açıklamalar yapmayı bırak da kalk gidelim. Bu suçluluk duygusunu denize verelim, yerine biraz ışık alalım. Aynalara daha rahat bakalım, adımlarımızı daha rahat atalım. Yürü, ellerimizi onları kullanmayı becerebilenlere verelim. Haydi, kalk gidelim!


30 Ocak 2013 Çarşamba

Bazı Ölümler Daha Erken Ölümdür



Bazı insanların ölümlerinin yaklaştığını bilirsiniz. Her an onlarla ilgili bir haber alabileceğiniz için öldüklerini duyduğunuzda şaşırmazsınız; üzülürsünüz, ama şaşırmazsınız. Bazı insanlar ise hayatlarında olduğu gibi ölümlerinde de tercihlerini sürprizden yana kullanırlar. Bu insanlar öldüğünde öyle çok şaşırırsınız ki üzülmeye vakit bulamazsınız. Hem zaten inanamadığınız bir habere üzülmek sandığınız kadar kolay değildir.

Üniversitenin son senesiydi. Vizelerime hazırlanıyordum. Ev arkadaşımla gereğinden fazla uzayan bir kahvaltıyı bitirmemek üzere sözleşmişiz gibi birbirimize babalarımızdan bahsediyorduk. Birden babamı özlediğimi fark edip onu aradım. Telefonu kapalıydı. İki dakika sonra telefonum çaldı. “Babam arıyordur.” dedim; ama arayan abimdi. Vizelere ne zaman gireceğimi sordu, saçma sapan birkaç cümle daha kurduktan sonra telefonu kapattı. Hâl böyle olunca babaanneme bir şey olduğunu, bana söylemek istemediğini düşündüm. Telefon tekrar çaldı. Yine abim arıyordu. Aslında bunu yapmak istemediğini, ama bu yükümlülüğü alamayacağını söyledi, hiçbir şey anlamıyordum. Kulağıma iki kelime çalındı: “beyin kanaması”. “Kim?” dedim; “babam” dedi, “yoğun bakım” dedi, “gel” dedi. Sanki biri bana “Çay koy da içelim.” demiş gibi kahvaltı sofrasını topladım, akşam otobüsünde yer ayırttım, teslim etmem gereken ödevi hazırlayıp ev arkadaşıma bıraktım. Sabah İstanbul’daydım. Komadaki babamın ellerini tuttum, elleri hâlâ sıcaktı.

On gün sonra musalla taşında cansız yatarken babamın soğuk ellerine aptalca bir umutla tekrar dokunacaktım. Çünkü görmeden, hissetmeden inanmayacaktım babamın öldüğüne. Sonra üniversiteye geri dönüp mezun olacaktım. Şimdi hatırlayamadığım bir sebepten, kendimi bulmak veya kendimden kaçmak için, Londra’ya gidecektim. Ben yokken ailemdeki herkes psikologlarla yakın arkadaş olacaktı. Aradan uzun zaman geçecek, babamı her düşündüğümde cenazede elimi sıkan yüzlerce insanı hatırlayacaktım. Bir gün küçücük bir derdime ağlar gibi ağlamaya başlayıp gözyaşlarımı saatlerce durduramayacaktım. Yanıbaşımdaki arkadaşıma sadece “Babam öldü” diyecektim, “Benim babam öldü.” Kelimelere dökülünce gerçek olacaktı o güne kadar bir kere bile ağzıma almadığım babamın ölümü. Sonraları kelimeler gözyaşlarımın bıraktığı boşlukları kapatsın diye bunu farklı şekillerde tekrar edecektim.

Çocuk yaşta İstanbul’a gelen, çocuk yaşta evlenip çalışmaya başlayan babam öldü diyecektim.

Absürd bir olay yüzünden “sol”un yalnızca bir yön olmadığını işkencede öğrenen, bu yüzden polisten ödü kopan babam artık yaşamıyor diye not düşecektim defterime.

Kendisi de genç yaşta sigara içmeye başladığı halde oğlunu sigara içerken yakaladığında ağır bir küfür sallamayı ihmal etmeyen babamı bir daha göremeyeceğim yazacaktım günlüğüme.

İşten döndüğünde bizim evde olmamızı, sofraya birlikte oturmamızı isteyen, on sekizimden önce beni yalnız başıma Beyoğlu'na göndermeyen babam artık yok diye düşünecektim.

Kitap okumayı bir türlü beceremeyen, ama biz kitap okuyalım diye elinden geleni ardına koymayan, Rus yazarların kitaplarını kimse görmesin diye gazete kağıdıyla kaplatan babam hayata gözlerini yumdu diye konuşacaktım. 

Dürüstlüğü yüzünden enayi yaftası yiyen, çocukluğunu Yeşilçam filmleri izleyerek geçiren, Türk filmlerindeki figüranları bile tanıyan babam vefat etti diye anlatacaktım.

Dünya üzerinde kirli çoraplarını yere atmayan tek erkek olan babam bizi yalnız bıraktı diye sızlanacaktım. 

Dinlediğimiz müziklerden zerre kadar hoşlanmadığı halde konserlere gitmemize karışmayan; seyahatten, denizden, güneşten keyif almayan babamı kara toprağa verdik diye geçirecektim içimden.

Ölümünden kısa bir süre önce İstanbul’a arkadaşımın düğünü için geldiğimde “Paran çok galiba” diyen, ben üniversiteye dönerken “Zaten yakında geri geleceksin, sarılmaya gerek yok.” diyerek beni yanağımdan öpen, ona son bir kez sarılmadığım için bana vicdan azabı çektiren babam çekip gitti diye hayıflanacaktım.

Ellerine sigara kokusu yakışan, bu yüzden başka ellerde bu kokuyu duyduğumda gözlerimin dolmasına sebep olan babam hayata gözlerini yumdu diye başlayan monologlara girişecektim.

Ceplerinden Tadelle ve fındık taşan bir kahraman olan babam artık bu dünyanın yükünü omuzlarında taşımak zorunda değil diyerek hüngür hüngür ağlayacaktım.

Bazı insanların ölümlerinin yaklaştığını bilirsiniz; ama ölümün bir yerlerde babanızı beklediğini aklınızdan bile geçirmezsiniz. Bu gerçekle yüzleşince o kadar çok şaşırırsınız ki hayat akıp giderken siz olduğunuz yere çakılıp kalırsınız. Evet, biliyorum ölenle ölünmez. Tamam, anlıyorum “her ölüm erken ölümdür”; ama siz ne derseniz deyin benim babamın ölümü insanlık tarihinin en erken ölümüdür.

19 Ocak 2013 Cumartesi

Normal Değilim Olabilirim




Yolculuk yaparken uyuyamıyorum. Oysa ben her sabah saat altıda uyanıp her gün on saat çalışıyorum. Benim aksime servisteki herkes akşamları uyuduğu için sessizlikte kitap okumaya, yazı yazmaya fırsat buluyorum. Fakat ne yazık ki o akşam serviste uyuyamayan tek kişi ben değilim. Biri karşısındakine yumruk savururcasına telefonunun tuşlarına basıyor. O an tek düşünebildiğim bu periyodik sesi çıkaran kadını ortadan kaldırmak. Bunu arkadan fırlattığım bir okla yapabilirim, içim bile sızlamaz. Gözüm elimdeki kaleme, oradan kadının çok fazla boyanmaktan cansızlaşmış sapsarı saçlarına kayıyor. Kendi kendime “Ha kalem, ha ok!” diyorum. “Efendim?” diyor biri. Başımı sesin geldiği yöne çeviriyor, anlamadığımı belli etmek istercesine yana eğiyorum. “Bir şey söylemediniz mi? Bir de Dövüş Kulübü’ndeki gibi siz aslında yokmuşsunuz. Ha ha.” diyor. “Ne zaman ‘ha ha’ desem aklıma Oğuz Atay geliyor.” diye mırıldanıyor. “Siz,” diyorum heyecanla “Oğuz Atay mı dediniz?” Sonra edebiyat ve sinema sosuna bulanmış bir sohbete koyuluyoruz. Sarı saçlarına atılmayan oktan benim sorumlu olduğum kadını unutuyor, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum. Yeni arkadaşım “Normal değiliz zaten.” diyene kadar her şey çok doğal gelişiyor; ancak bu cümleyi duyunca kendime engel olamayıp uzunca bir konuşmaya başlıyorum: 

"Ne kadar çok kullanıyoruz bu cümleyi. Kendimizi ‘normal’in dışında tutmak ne kadar da hoşumuza gidiyor. Bunu bir ayrıcalık gibi görüyoruz. Normallerden çok daha fazla biliyoruz; bir düzine yazarın ismini arka arkaya sıralayabiliyoruz; yönetmenler en yakın arkadaşlarımızdan daha değerli; filozoflar hakkında espri yapmak bizim haddimiz değil; hayatı öylesine ciddiye alıyoruz ki yüz kaslarımız gülmeye ayarlı değil. Normal olmamayı öylesine yüceltiyoruz ki normalin ne olduğunu düşünmeye vakit bulamıyoruz. Kendimizi kilitlediğimiz fildişi kulemizden etrafı izliyoruz, haliyle aşağıda kalanları çok yakından göremiyoruz.

Bu ülkede yaşayan kimsenin Oğuz Atay’ı bilmemek gibi bir lüksü yokken onu tanıyan birini bulduğumuzda şaşırıyoruz. Yeni tanıştığımız biri Kafka okuduğunu söyleyince aklımızdaki listenin yazarlar bölümüne hemen bir tik atıyoruz. Biri Pink Floyd mu dinliyor, eh, o zaman kesin müzikten anlıyor. Normali sayılar üzerinden tanımladığımız sürece okuyan, müzik dünyasına aşina olan, felsefeye meraklı herkesin anormal olduğunu düşüneceğiz. Sayısal çoğunluğu elinde tutan normaller bizi yemek yapmayı bilmediğimiz, evlenmediğimiz, çocuğumuz olmadığı için hor görürken biz de onları kendilerine sunulan hayatın dışına çıkmadıkları için ötekileştireceğiz. Oysa sayılara sığınmak muktedirin yöntemini benimsemekle eşdeğer. Sayılara sığındıkları için eşcinselleri, kadınları, birtakım etnik kökenleri anormal ilan ediyorlar. Kendimizi yaşamaya bakışımızdan ötürü üstün görmek, bunu da ‘Normal değiliz zaten.’ cümlesiyle tanımlamak yapılabilecek en kolay iş. Kitap okumak, müzik dinlemek, film izlemek bizim fazlalığımız mı, normal diye tanımladığımız ötekinin eksikliği mi? Aynı şekilde yemek yapmak, bir evliliği yürütebilmek, çocuk bakabilmek normal gördüklerimizin fazlalığı mı bizim eksikliğimiz mi?” diye bitmek bilmez bir coşkuyla anlatırken bir ses duyuyorum.

Karşımdaki “İyi misiniz?” diyor, “Deminden beri size bir şey soruyorum; ama cevap vermiyorsunuz. Beni duymuyor gibisiniz.” Onunla konuştuğumu sanırken bunları sadece içimden geçirdiğimi fark ediyorum, “Kafam biraz karışık da” diye geveliyorum. “Yoğun bir iş gününden sonra normal.” diye karşılık veriyor, yüzümde çarpık bir gülümsemeyle kalakalıyorum.

Dedim ya, yolculuk yaparken uyuyamıyorum. Yoldan daha önce hiç görmediğim bir şeyin geçmesi ihtimali yakamı bırakmıyor. Sessizliği de yalnızlığı da seviyorum. Eli kalem tutana pek şakacı, evini vatan bilene aşırı ciddi geliyorum. Kimsenin normlarına uyum sağlayamıyorum. Edebiyattan anlıyorum; ama dantel de yapabiliyorum. Rengârenk ojeler sürüyorum; ama sinemayı da yakından takip ediyorum. Normalle aramı bir türlü düzeltemiyorum; ama yine de “Normal değilim.” diyemiyorum. Çünkü olması gerekenin bu olduğuna inanıyorum. Ya sen “sevgili okuyucum”, sen ne düşünüyorsun?


11 Ocak 2013 Cuma

Elveda Boş Düşüncelerim



Memleket birbirinden garip olaylarla çalkalanırken, kimin eli kimin cebinde belli değilken, herkes birbirine düşman kesilmişken, trafik belasından evime gitmek her geçen gün zorlaşırken ve satılan köprünün bu durumu değiştirmeye hiçbir katkısı olmazken, mesleğim beni boynumdan vurmuşken, aklımdan geçen yazılar rüyalarıma girip bir türlü kâğıtla buluşamazken aşağıdaki diyaloga şahit oldum. Artık hiçbir şeyin önemi yok, söylerlerdi de inanmazdım. Hakikaten çok fazla düşünüyormuşum. "Kafamı rahatlatacak bir şeye ihtiyacım var" diyorsan seni şöyle alalım:

A Kişisi: Elveda.

B Kişisi: Neden öyle dedin şimdi?

A Kişisi: Öylesine işte ya. Bir de “fairwell” var.

İç Ses: “Fairwell” değil o “farewell”.

B Kişisi: “Farewell to the Arms”

İç Ses: “A Farewell to Arms”

A Kişisi: O ne?

B Kişisi: Bir kitap, bilmiyor musun?

A Kişisi: Hiç duymadım. Kimin kitabı?

B Kişisi: A! Çok ünlüdür. Steinbeck’in kitabı.

İç Ses: Ah! Bak, bu hiç olmadı be.