28 Mayıs 2011 Cumartesi

Yaşamın Kıyısında

Serseri gülüşlü bir adamın eller cepte, mutlu mesut dolaştığını görerek dalıveriyoruz filme. Ali muhtemelen Almanya’ya Türkiye’den ilk göç dalgasıyla gelmiş, hayatını gurbet ellerde kurmuş bir emekli; kökleri ise hala ülkesinde, karadenizinde. Filmin Almanya’da yaşayan gurbetçi kahramanlarının dillerine yerleşen yarı ağızlar (yarı Türkçe yarı Almanca) gayet gerçekçi..burada aklımın kıyıları bir kelimeye takılmadan edemiyor: gurbetçi..Gerçekten de ne gittiği ve ekmek yediği ülkede, ne de doğup büyüdüğü ülkede bir yeri olan, kendini bir yere ait hissetmenin dayanılmaz ağırlığını ardında bir türlü bırakamadığı ülkesinin bilmem ne zamanlarda kalmış değerlerine sıkı sıkıya sarılarak hafifletmeye çalışan insanlar..Aslında hangi kıyıya vursalar yabani bir ot misali bitiverme kaderine mahkumlar sanki. O yüzden de sonradan görme bir para babasının ağzındaki Havana puroları gibi eğreti duruyor üzerilerine geçirdikleri medeni ülke kıyafetleri. Hasretliğin en dibine vururken, evlat uğruna bırakamadıkları ve hiçbir zaman kendilerini ait hissedemedikleri bir kültüre alışmak zorundalar. Bir ülkenin ısrarla hiçe saydığı azınlık mensubu değil onlar; bir olamamış, yabancı kalamamış, adı üstünde işte..gurbetçi..nereye gitseler adları bu..
Filmde aslında kıyısından (yaşamlarının kıyısından) tanık olunan hikâyelerin hiçbirine dâhil olunmasa da, hepsinden birer parça almak mümkün, kendi hayatlarımızın eksik kalan yerlerine yapıştırmak için. Fazla hızlı ilerliyor hikâyeler, yetişmek için zaman algımı biraz zorlamam gerekiyor. Zira “bugün ile yarını”, “bugün ile bir yıl sonrasıyla” karıştırabiliyorum. Şanslı tesadüfler sonucu birbirini bulan bu insanların öyküleri beni tam da içlerine almasa da, gözlerinin önündekini görebilmekteki basiretsizlikleri bana kendi hayatımdaki kaçırdıklarımı hissettiriyor; hatta birer toplu iğne gibi batıveriyor zihnime. Herkes (belki kendi hayatlarından kurtulmak, belki o sorumluluktan kaçmak için) başkalarının hayatlarına dâhil oluyor ve onların peşi sıra sürükleniyor. Bunun kötü ve olmaması gereken bir şey olduğunu savunduğumdan değil elbet; ancak ihmal edilenlerin acıları gelip de dank edince kafalara, o zaman da iş işten geçmiş oluveriyor. Kaç tane geç kalmışlık eklemek gerekir ki bir hayata ya da kaç kere pişman olmak gerekir ki? Peşinden sürüklenilen şey yaşayamadıklarımız mı yoksa yaşatmak istemediklerimiz mi? Bu kadar bencil olabiliyor insan; hatta bazen diyemeyeceğim bir zaman zarfı içerisinde. Film bu pişmanlıkları çok acımasızca cezalandırıyor: ölüm…
Kızının kendi yaşadığı yoldan gittiğini bir türlü kabullenemeyen ve nedense onu engelleme çabasına düşen bir anne var filmde; alman kız Lotte’nin annesi. Belki de aslında bu şekilde davranarak, yaşlanmayı kendine yediremiyor, kızının diriliğini kıskanıp bunu itiraf edemiyordur. Annenin kızını anlayabilmesi için kızın ölmesi gerekir. Bu sefer anne ve kız yer değiştirir, anne kızının peşinden gider. Onun yarım bıraktığı tazecik hayatı omuzlar ve hayallerini gerçekleştirir. Bu aynı zamanda annenin de kurtuluşu olur.
Ona doğduğu andan itibaren hem baba hem de anne olan babasına; yani Ali’ye benzemeyen, onun bu kadar vurdumduymaz ve hayta olmasına duyduğu üzüntü, ona benzemediği için duyacağı sevinçten daha kuvvetli olan bir oğul; Nejat. Köklerinden gelen o Karadeniz hırçınlığı yoktur Nejat’ta. Katı bir Alman disiplini ve terbiyesi içindedir; babasını sanki başka bir ihtimal olmadığı için kabullenmek zorunda kalmıştır. Sevmediğinden değil ama sevdiğinden de emin olmayarak. Öyle ki, yaşını başını almış babasının bir fahişenin peşinden gitmesini anlayamaz da; sırf kızına para gönderebilmek için fahişelik yapan Yeter’e şefkat gösterebilir. Bu tam da gözünün önündekini görmez insanoğlunun, tanışından esirgediği sevgi ve anlayışı yabancıya bahşetmesinin aymazlığıdır aslında. Nejat sonunda hayatın bu kadar da kurallardan ibaret olmayacağını, bazen ara sokakların da bir hayatı katlanabilir kılmak için gayet tercih edilebilir bir yol olduğunu anlar ve babasının peşine düşer. Affederek rahatlar belki de. Filmin en rahat yapılan eylemini gerçekleştirir ve yollara düşer. Hepimiz anlayamadıklarımızla mı sağlıyoruz bu ruh sağaltımını ne?
Yeter ise, bir annenin her ne olursa olsun sırf kızı okusun diye savaş veren, yabancı topraklardaki hayat kahramanıdır. Belki de ancak bu kadar anlamlı olabilirdi ona atfedilen bu “hayat kadını” tanımı. Türkiye’de bir sol fraksiyonda örgütlü mücadele veren kızı Ayten, ayakkabıcıda çalıştığını sanmaktadır. Ayten ona giden her ayakkabının alınabilmesinin altında yatan nedeni bilse acaba onu, uğruna mücadelesini verdiği o insanlar kadar iyi anlayabilecek miydi? Sahi Ayten peşinden koştuğu (belki filmde denildiği gibi sadece kavga etmeyi sevdiği için) değerleri anladığını düşündüğü kadar iyi anlayabilir miydi annesinin hayatındaki gerçeği? Burada Özpetek’in Cahil Periler filmine atıfta bulunmak gerek diye düşünüyorum. Bilinmeyenin verdiği mutluluk ne kadar sahici bir mutluluk olabilir? Acaba hepimiz sevdiklerimizin üzülmesindense onları cahil periler gibi mi görmek istiyoruz? Yani Ayten annesinin fahişe olmadığını bilirse, o paraları ona nasıl gönderdiğini bilmezse daha mutlu olacak. Peki ya bunun için ödenmesi gereken bir bedel olmayacak mı? Acaba bu gerçeği bildiği takdirde okuluna daha sıkı sarılmayacak mı? Daha adil bir hayat için sokaklarda kendini tehlikeye atan Ayten, annesinin verdiği bu mücadeleyi anlayabilecek mi? Sorular böylece sürüp gider.
Ayten birinin kendi için bir fedakârlık yaptığını belki de hayatında ilk defa görüyor ve maalesef bu annesi değil de o alman kız oluyor; Lotte. Lotte’ye o yüzden bu kadar sarılıyor. Birlikte omuz omuza yürüdüğünü düşündüğü yoldaşlarından göremediği ilgiyi ve yardımı bir garip alman kızdan görüyor ve dostluğu da sevgililiği de yaşayıveriyor. İşte filmin tam bu noktasında bende ipler kopuyor çünkü Ayten’in örgütlü mücadeleden hippi bir yaşama geçişini pek sindiremiyorum. Tasvip etmediğimden değil, geçiş ağır geliyor sadece. Sanki arada daha çok şey olması gerek gibi geliyor bana, biraz daha sancılı olmasını bekliyorum o sürecin. Daha doğrusu bunun bir süreç olmasını bekliyorum aslında. Belli ki mücadelesine sarılış, bir boşluğu doldurmak için, belki yönetmenin vermek istediği mesaj budur. Ama bana yine de fazlasıyla kaygan bir zeminmiş gibi geliyor.
Filmdeki yol hikâyeleri de başlı başına bir kurgu oluşturuyor aslında. Her insanın yola çıkma hikâyesi farklı ve bu yollar artlarında hep bir hayat bırakan cinsten, hem de tam ortasından! Küçük bir çağrışım, bir kavrayış hemen yola sürükleyebiliyor kahramanları. Aslında bence filmin gerçekliğe en uzak düştüğü yan bu; daha doğrusu benim gerçekliğime. Çünkü her şeyi bu kadar kolaylıkla bırakıp, atlayıp başını gitmek, imkânsız olarak kalıplaşmış bir imge bende. İşte bu yüzden bu sahneler bana aslında bir film izlediğimi hatırlatıyor; her ne kadar müzik eşliğinde yapılan o yolculuklar inanılmaz çekici gelse de..
Filmin sonu ise en sevdiğim yer oluyor. Nejat’ın babasını beklerken oturduğu kıyıdan gördüğümüz deniz, içeriye doğru kıvrılmış iki koyun arasından görünen dar bir boğaz..yaşamın kıyısı sanki..sahip olduğumuz hangisi peki; o boğazın ardındaki mi, kıyıya vuranlar mı? Yoksa denize ucundan kıyısından sahip olduğumuzu zannederek bir yanılgıya mı kapılıyoruz hep beraber?
10 Aralık 2007

26 Mayıs 2011 Perşembe

amelie..

Hayat çoğu kez sadece tek deliği su geçiren tıkanmış bir lavaboya benziyor. Israrla elini kirli suya daldırıyorsun ve bir türlü engeli aşamıyorsun. Sonra umudunu yitirdiğin bir anda bir ses geliyor kulaklarına, mide guruldaması gibi. Elini çekip heyecanla bekliyorsun, o anda parmaklarına yapışan kirler bile umurunda olmuyor. Daireler ardı sıra diziliyor suyun yüzünde ve oluşan girdaptan boşalıveriyor tüm su. Geriye az biraz çabayla temizleyeceğin lavabo kalıyor ama senin yüzündeki mutlu ifadeyi bozmuyor bu. Ameli benim girdabım. Hayatımın kirli sularını alıp götüren bir film, bir tebessüm molası, adından da belli; bir fabl.. (7 Ocak 2007)

24 Mayıs 2011 Salı

Çalışırken


Çalışırken birden kulağına salıncak sesi geliyor mu senin de? Çok önemli bir işin varken hafif rüzgârda saçlarının uçuştuğunu düşünüyor musun? Okuman gereken zorlu bir metin varken kendini deniz kıyısında buluyor musun? Tam denize yönelecekken bilgisayara tosluyor musun? Onlarca sayfa okuduğunu düşünürken aslında aklının başka bir köşesinde uzun zamandır yazmak istediğin bir öyküyle suç ortaklığı yaptığını fark ettiğin oluyor mu? Ekrana dakikalarca baktığın halde işinin hiç ilerlemediğini, fakat hayal dünyanın bayağı geliştiğini hissediyor musun hiç? Bilgisayara bakıp aptal aptal gülümserken buluyor musun kendini? İçime gelen bahar, şehrime bir türlü gelemedi. Kalk gidelim!

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Müzikli - Müziksiz

30 Nisan 2011 Cumartesi


Bunu R.E.M'in Überlin'ini dinlediğim sabahlarda ne hissettiğimi anlatmak için yazmıştım; fakat hissettiklerimi yazıya dökmekte geç kalınca yazı ihanetimi anladı. Üzerinde oynamak, gerekirse yeniden yazmak lâzım; ama yine de buraya koyuyorum. Senin süzgecinden de geçsin:-)

Ya müzik olmasaydı? Ya ruhumuza işleyip içimizi güzelleştiren ezgiler yaratan insanlar yaşamasaydı? Ya ayaklarımızı yerden kesen melodiler duymasaydık?

Her sabah yeni dünyalar yaratmayı beceremezdim ben. Yanımda taşıdığım ezgilerle her an farklı bir insan olabileceğimi söyleseler inanmazdım; ama oluyorum işte! Kulaklıklarımı taktığım an, nerede olursam olayım bambaşka bir dünyada buluyorum kendimi. Evden dışarı adım atar atmaz bastığım çamura aldırış etmiyorum. Yanımdan geçerken sabahın kör karanlığında sokağa çıkan "kötü kadın"a atılan "işinde gücünde erkek" bakışlarını savuşturuyorum. Bindiğim minibüsteki insanlarla aynı şehirde nefes alıp hiçbir ortak noktamızın olmaması da canımı sıkmıyor. Yol boyunca çalınan kornanın sesini de duymuyorum. Sanki şehir henüz ölmemiş, insan denizinde boğulmamış gibi önüme çıkan kalabalığı yararak yürüyorum. Sanki her yer çiçekleniyor, bahar geliyor. Sanki ben güzelleşiyorum. Deniz kenarındayım, adımımı atsam suya kavuşacağım. Sanki hâlâ hissedebiliyorum, her an aşık olabilirim. İşte bu yüzden, hayatında müzik olmayan insanlardan korkuyorum. Hayatının ritmi olmayan insanların tek dünyalarında nasıl acımasız, nasıl hırslı olabileceğini düşünüyorum.

Ya müzik olmasaydı? Ya içimizi güzelleştirmeseydi? Ya bizi başka dünyalara götürmeseydi? Hayatın tik taklarını duyarak yaşamaya dayanabilir miydik?

Vicdan Nakli

27 Şubat 2011 Cumartesi

Vicdan, bir çift kadın memesi gibidir. Kadın memesi çok büyük olduğunda nasıl bel ağrılarına sebep olursa vicdan da fazla hissedildiğinde insanın içinde bir yerleri acıtır.

Kadın memesi serbest bırakıldığında nasıl uç verir, ait olduğu kadına "hafif" sıfatını yapıştırıverirse vicdan da kendi haline bırakıldığında gereğinden çok düşüverir başkalarının dertlerinin içine ve sahibine "enayi" yaftasını yedirtir.

Kadın memesi küçükse memenin sahibinden çok etrafındakiler yazıklanır. Tıpkı vicdanı başka işlerin peşinde koşmaktan güdük kalmış kişilere "Hiç mi vicdanın yok senin?" diye soranların başkaları olması gibi.

Küçük memeli kadınlar, hep daha büyük memelere sahip olmak isterler. Büyük memeli kadınlar ise hep daha küçük memelere... Bu nedenle büyük memeliler "Mümkün olsa da birazını sana versem." der kendisine gıptayla bakanlara. Kocaman vicdanlarını küçücük bedenlerine sığdıramayanlar için de böyle bir operasyon yapılsa güdük vicdanlılar, küçük memeli kadınlar kadar hevesli olur mu vicdanlarına ek yapmaya? Sahi fena mı olur insanoğlunun vicdan dengesinde böylesi ufak bir ayar yapılsa?

Siz de istemez miydiniz ülkenizde çocuk yaştakilere tecavüz edilirken rahat rahat uyuyabilmeyi? Siz de ayakları çıplak dolaşanları düşünmeden yeni aldığınız ayakkabının keyfini çıkarmak istemez miydiniz? Siz de her sesini yükselttiğinde "kontrollü güç" ile bastırılan insanların acısını içinizde duymaktan vazgeçebilmeyi dilemez miydiniz? Siz de istemez miydiniz dünyada "vicdansız" diyebileceğiniz kimse kalmamasını? Vicdan nakli sizce de iyi bir fikir değil mi?

Gel - Git


24 Şubat 2011 Perşembe

Siz hiç şarkıları sözlerine uygun hareketlerle söylemeye çalıştınız mı? Mesela "Kadınım söyle sen mutlu oldun mu?" diyen şarkıcıya eşlik ederken elinizle bir kadın vücudu çizip suratınıza mutlu insan ifadesi kondurdunuz mu? Bütün bunları yaparken bir yandan gülmelere tutulup bir yandan şarkının ritmine ayak uydurmaya çalıştınız mı?

Siz hiç kendi dilinizi konuşamadığınız bir ülkede sırf ana dilinizi duymak için bağıra bağıra şarkı söylediniz mi? Kendi ağzınızdan çıkan kelimeleri duyup yabancı birini dinler gibi hissettiniz mi?

Siz hiç misket oynadınız mı? "Kız" milletine ait olmanıza rağmen bütün küçük erkeklerin cam misketlerini "üttünüz" mü? O cam misketlerin ardından ışığa bakıp büyülü bir masal dünyası gördünüz mü?

Siz hiç başka bir dilde rüyalar gördünüz mü? Bildiğiniz iki dili aynı rüyaya sığdırıp yine de kimseye derdinizi anlatamadığınız kâbuslardan uyandınız mı hiç?

Siz hiç peynirle margarini birbirine karıştırıp ekmekle yediniz mi? Petit Beurre bisküviyi çayın içine kırıp bardak bisküvi dolduktan sonra, o bulamacı çay kaşığıyla tükettiniz mi? Siz hiç leblebi tozu yüzünden boğulma tehlikesi geçirdiniz mi?

Siz hiç tanımadığınız, huyunu suyunu bilmediğiniz bir yerde simit özlemiyle dolaştınız mı? Ya da ince belli bardak bulmaya çalıştınız mı? Türk kahvesinin kokusunu, denizin rengini, yanık teni özlediniz mi hiç?

Siz hiç doğduğunuz yeri terk ettiniz mi? Memleket diye bellediğiniz yeri çocukluğunuzu özlediğiniz gibi özlediniz mi? Siz hiç özlediklerinizin siz yokken oldukları gibi kalmadığını fark edip yeniden gitmelere gönül verdiniz mi? Siz hiç gitmeyi denediniz mi?

Paul Auster'a Methiye

Madem yazdım, neden burada değil?

http://sabitfikir.com/uyeelestirileri/dus-ve-gercek-uzerine