19 Ocak 2013 Cumartesi

Normal Değilim Olabilirim




Yolculuk yaparken uyuyamıyorum. Oysa ben her sabah saat altıda uyanıp her gün on saat çalışıyorum. Benim aksime servisteki herkes akşamları uyuduğu için sessizlikte kitap okumaya, yazı yazmaya fırsat buluyorum. Fakat ne yazık ki o akşam serviste uyuyamayan tek kişi ben değilim. Biri karşısındakine yumruk savururcasına telefonunun tuşlarına basıyor. O an tek düşünebildiğim bu periyodik sesi çıkaran kadını ortadan kaldırmak. Bunu arkadan fırlattığım bir okla yapabilirim, içim bile sızlamaz. Gözüm elimdeki kaleme, oradan kadının çok fazla boyanmaktan cansızlaşmış sapsarı saçlarına kayıyor. Kendi kendime “Ha kalem, ha ok!” diyorum. “Efendim?” diyor biri. Başımı sesin geldiği yöne çeviriyor, anlamadığımı belli etmek istercesine yana eğiyorum. “Bir şey söylemediniz mi? Bir de Dövüş Kulübü’ndeki gibi siz aslında yokmuşsunuz. Ha ha.” diyor. “Ne zaman ‘ha ha’ desem aklıma Oğuz Atay geliyor.” diye mırıldanıyor. “Siz,” diyorum heyecanla “Oğuz Atay mı dediniz?” Sonra edebiyat ve sinema sosuna bulanmış bir sohbete koyuluyoruz. Sarı saçlarına atılmayan oktan benim sorumlu olduğum kadını unutuyor, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum. Yeni arkadaşım “Normal değiliz zaten.” diyene kadar her şey çok doğal gelişiyor; ancak bu cümleyi duyunca kendime engel olamayıp uzunca bir konuşmaya başlıyorum: 

"Ne kadar çok kullanıyoruz bu cümleyi. Kendimizi ‘normal’in dışında tutmak ne kadar da hoşumuza gidiyor. Bunu bir ayrıcalık gibi görüyoruz. Normallerden çok daha fazla biliyoruz; bir düzine yazarın ismini arka arkaya sıralayabiliyoruz; yönetmenler en yakın arkadaşlarımızdan daha değerli; filozoflar hakkında espri yapmak bizim haddimiz değil; hayatı öylesine ciddiye alıyoruz ki yüz kaslarımız gülmeye ayarlı değil. Normal olmamayı öylesine yüceltiyoruz ki normalin ne olduğunu düşünmeye vakit bulamıyoruz. Kendimizi kilitlediğimiz fildişi kulemizden etrafı izliyoruz, haliyle aşağıda kalanları çok yakından göremiyoruz.

Bu ülkede yaşayan kimsenin Oğuz Atay’ı bilmemek gibi bir lüksü yokken onu tanıyan birini bulduğumuzda şaşırıyoruz. Yeni tanıştığımız biri Kafka okuduğunu söyleyince aklımızdaki listenin yazarlar bölümüne hemen bir tik atıyoruz. Biri Pink Floyd mu dinliyor, eh, o zaman kesin müzikten anlıyor. Normali sayılar üzerinden tanımladığımız sürece okuyan, müzik dünyasına aşina olan, felsefeye meraklı herkesin anormal olduğunu düşüneceğiz. Sayısal çoğunluğu elinde tutan normaller bizi yemek yapmayı bilmediğimiz, evlenmediğimiz, çocuğumuz olmadığı için hor görürken biz de onları kendilerine sunulan hayatın dışına çıkmadıkları için ötekileştireceğiz. Oysa sayılara sığınmak muktedirin yöntemini benimsemekle eşdeğer. Sayılara sığındıkları için eşcinselleri, kadınları, birtakım etnik kökenleri anormal ilan ediyorlar. Kendimizi yaşamaya bakışımızdan ötürü üstün görmek, bunu da ‘Normal değiliz zaten.’ cümlesiyle tanımlamak yapılabilecek en kolay iş. Kitap okumak, müzik dinlemek, film izlemek bizim fazlalığımız mı, normal diye tanımladığımız ötekinin eksikliği mi? Aynı şekilde yemek yapmak, bir evliliği yürütebilmek, çocuk bakabilmek normal gördüklerimizin fazlalığı mı bizim eksikliğimiz mi?” diye bitmek bilmez bir coşkuyla anlatırken bir ses duyuyorum.

Karşımdaki “İyi misiniz?” diyor, “Deminden beri size bir şey soruyorum; ama cevap vermiyorsunuz. Beni duymuyor gibisiniz.” Onunla konuştuğumu sanırken bunları sadece içimden geçirdiğimi fark ediyorum, “Kafam biraz karışık da” diye geveliyorum. “Yoğun bir iş gününden sonra normal.” diye karşılık veriyor, yüzümde çarpık bir gülümsemeyle kalakalıyorum.

Dedim ya, yolculuk yaparken uyuyamıyorum. Yoldan daha önce hiç görmediğim bir şeyin geçmesi ihtimali yakamı bırakmıyor. Sessizliği de yalnızlığı da seviyorum. Eli kalem tutana pek şakacı, evini vatan bilene aşırı ciddi geliyorum. Kimsenin normlarına uyum sağlayamıyorum. Edebiyattan anlıyorum; ama dantel de yapabiliyorum. Rengârenk ojeler sürüyorum; ama sinemayı da yakından takip ediyorum. Normalle aramı bir türlü düzeltemiyorum; ama yine de “Normal değilim.” diyemiyorum. Çünkü olması gerekenin bu olduğuna inanıyorum. Ya sen “sevgili okuyucum”, sen ne düşünüyorsun?


6 yorum:

  1. Bu bloga ne zaman gelsem sanki kendi yazdığım ama bir kenarda unuttuğum bir şeyi okuyormuşum gibi geliyor. Bu nadiren rastlanan güzel bir his galiba.
    Tüm çoğunluk dışı hissedenler adına 'Çoğunluk' ne sade ve ne hoş bir film adıydı diye düşünmeden kendimi alamıyorum. :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bunu okuyunca yüzümde nadiren rastlanan güzel bir gülümseme belirdi. Üstüne üstlük Çoğunluk bir - iki saat önce izleyecekken son anda "Bu kadar kötü haberden sonra yüzümü güldürecek bir filme ihtiyacım var." diyerek izlemekten vazgeçtiğim film. Böylesi tesadüflere de pek rastlanmıyor sanırım :-)

      Sil
  2. Kundera'nın tesadüflerinden biri olsa gerek. :)

    YanıtlaSil
  3. yazı seçimin çok kötü okurken insanı yoruyor

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yazının kolay yazılmadığını, edebiyatın da kolay okunan yazılarla yapılmadığını düşünüyorum. Yine de açık yüreklilikle fikrinizi söylediğiniz ve kolay olmasa da yazımı okumaya çalıştığınız için teşekkür ederim.

      Sil