Yolculuk yaparken uyuyamıyorum.
Oysa ben her sabah saat altıda uyanıp her gün on saat çalışıyorum. Benim aksime
servisteki herkes akşamları uyuduğu için sessizlikte kitap okumaya, yazı
yazmaya fırsat buluyorum. Fakat ne yazık ki o akşam serviste uyuyamayan tek
kişi ben değilim. Biri karşısındakine yumruk savururcasına telefonunun
tuşlarına basıyor. O an tek düşünebildiğim bu periyodik sesi çıkaran kadını
ortadan kaldırmak. Bunu arkadan fırlattığım bir okla yapabilirim, içim bile
sızlamaz. Gözüm elimdeki kaleme, oradan kadının çok fazla boyanmaktan
cansızlaşmış sapsarı saçlarına kayıyor. Kendi kendime “Ha kalem, ha ok!” diyorum. “Efendim?”
diyor biri. Başımı sesin geldiği yöne çeviriyor, anlamadığımı belli etmek
istercesine yana eğiyorum. “Bir şey
söylemediniz mi? Bir de Dövüş Kulübü’ndeki
gibi siz aslında yokmuşsunuz. Ha ha.” diyor. “Ne zaman ‘ha ha’ desem aklıma Oğuz Atay geliyor.” diye
mırıldanıyor. “Siz,” diyorum
heyecanla “Oğuz Atay mı dediniz?”
Sonra edebiyat ve sinema sosuna bulanmış bir sohbete koyuluyoruz. Sarı
saçlarına atılmayan oktan benim sorumlu olduğum kadını unutuyor, zamanın nasıl
geçtiğini anlamıyorum. Yeni arkadaşım “Normal
değiliz zaten.” diyene kadar her şey çok doğal gelişiyor; ancak bu cümleyi
duyunca kendime engel olamayıp uzunca bir konuşmaya başlıyorum:
"Ne
kadar çok kullanıyoruz bu cümleyi. Kendimizi ‘normal’in dışında tutmak ne kadar
da hoşumuza gidiyor. Bunu bir ayrıcalık gibi görüyoruz. Normallerden çok daha
fazla biliyoruz; bir düzine yazarın ismini arka arkaya sıralayabiliyoruz; yönetmenler
en yakın arkadaşlarımızdan daha değerli; filozoflar hakkında espri yapmak bizim
haddimiz değil; hayatı öylesine ciddiye alıyoruz ki yüz kaslarımız gülmeye
ayarlı değil. Normal olmamayı öylesine yüceltiyoruz ki normalin ne olduğunu
düşünmeye vakit bulamıyoruz. Kendimizi kilitlediğimiz fildişi kulemizden etrafı
izliyoruz, haliyle aşağıda kalanları çok yakından göremiyoruz.
Bu
ülkede yaşayan kimsenin Oğuz Atay’ı bilmemek gibi bir lüksü yokken onu tanıyan
birini bulduğumuzda şaşırıyoruz. Yeni tanıştığımız biri Kafka okuduğunu
söyleyince aklımızdaki listenin yazarlar bölümüne hemen bir tik atıyoruz. Biri
Pink Floyd mu dinliyor, eh, o zaman kesin müzikten anlıyor. Normali sayılar
üzerinden tanımladığımız sürece okuyan, müzik dünyasına aşina olan, felsefeye
meraklı herkesin anormal olduğunu düşüneceğiz. Sayısal çoğunluğu elinde tutan
normaller bizi yemek yapmayı bilmediğimiz, evlenmediğimiz, çocuğumuz olmadığı
için hor görürken biz de onları kendilerine sunulan hayatın dışına çıkmadıkları
için ötekileştireceğiz. Oysa sayılara sığınmak muktedirin yöntemini
benimsemekle eşdeğer. Sayılara sığındıkları için eşcinselleri, kadınları,
birtakım etnik kökenleri anormal ilan ediyorlar. Kendimizi yaşamaya
bakışımızdan ötürü üstün görmek, bunu da ‘Normal değiliz zaten.’ cümlesiyle
tanımlamak yapılabilecek en kolay iş. Kitap okumak, müzik dinlemek, film izlemek
bizim fazlalığımız mı, normal diye tanımladığımız ötekinin eksikliği mi? Aynı
şekilde yemek yapmak, bir evliliği yürütebilmek, çocuk bakabilmek normal
gördüklerimizin fazlalığı mı bizim eksikliğimiz mi?” diye bitmek
bilmez bir coşkuyla anlatırken bir ses duyuyorum.
Karşımdaki “İyi misiniz?” diyor, “Deminden
beri size bir şey soruyorum; ama cevap vermiyorsunuz. Beni duymuyor gibisiniz.”
Onunla konuştuğumu sanırken bunları sadece içimden geçirdiğimi fark ediyorum, “Kafam biraz karışık da” diye
geveliyorum. “Yoğun bir iş gününden sonra
normal.” diye karşılık veriyor, yüzümde çarpık bir gülümsemeyle
kalakalıyorum.
Dedim ya, yolculuk yaparken
uyuyamıyorum. Yoldan daha önce hiç görmediğim bir şeyin geçmesi ihtimali yakamı
bırakmıyor. Sessizliği de yalnızlığı da seviyorum. Eli kalem tutana pek şakacı,
evini vatan bilene aşırı ciddi geliyorum. Kimsenin normlarına uyum
sağlayamıyorum. Edebiyattan anlıyorum; ama dantel de yapabiliyorum. Rengârenk ojeler
sürüyorum; ama sinemayı da yakından takip ediyorum. Normalle aramı bir türlü
düzeltemiyorum; ama yine de “Normal değilim.”
diyemiyorum. Çünkü olması gerekenin bu olduğuna inanıyorum. Ya sen “sevgili okuyucum”, sen ne düşünüyorsun?
Bu bloga ne zaman gelsem sanki kendi yazdığım ama bir kenarda unuttuğum bir şeyi okuyormuşum gibi geliyor. Bu nadiren rastlanan güzel bir his galiba.
YanıtlaSilTüm çoğunluk dışı hissedenler adına 'Çoğunluk' ne sade ve ne hoş bir film adıydı diye düşünmeden kendimi alamıyorum. :)
Bunu okuyunca yüzümde nadiren rastlanan güzel bir gülümseme belirdi. Üstüne üstlük Çoğunluk bir - iki saat önce izleyecekken son anda "Bu kadar kötü haberden sonra yüzümü güldürecek bir filme ihtiyacım var." diyerek izlemekten vazgeçtiğim film. Böylesi tesadüflere de pek rastlanmıyor sanırım :-)
SilKundera'nın tesadüflerinden biri olsa gerek. :)
YanıtlaSil:-)))
Silyazı seçimin çok kötü okurken insanı yoruyor
YanıtlaSilYazının kolay yazılmadığını, edebiyatın da kolay okunan yazılarla yapılmadığını düşünüyorum. Yine de açık yüreklilikle fikrinizi söylediğiniz ve kolay olmasa da yazımı okumaya çalıştığınız için teşekkür ederim.
Sil