31 Aralık 2011 Cumartesi

Mutlu Yıllar!



Uzun zamandır içime kapandığımı fark ettim, olan biteni uzaktan izleyip öfkemi içimde biriktirdiğimi, kelimelerimin bittiği yerde boş boş gülümsediğimi... Çok çalıştığımdan yazı yazmaya vakit bulamadığımı, yazı içime aktıkça canımın acıdığını...

Uzun zamandır her yeni güne başka bir acıyla uyanıyorum. Acıdan uzak durmaya çalışıyorum; bakmadan, bakınca görmeden edemiyorum. Her gördüğümden sonra küçük bir sürprize, ufak bir güzelliğe tutunup hayatıma öyle devam ediyorum.

Gazeteleri her açtığımda manşetlerde ekonominin nasıl iyiye gittiğine, dünya basınının Türkiye’yi nasıl övdüğüne dair haberler görüyorum. Sosyal medyada durumun hiç de iç açıcı olmadığını gösteren fotoğraflar ve mesajlarla karşılaşıyorum. Bu ikisinden hangisi benim ülkem diye düşünüyorum. İşin içinden çıkamayınca masama bırakılan bir yeni yıl hediyesine neşeyle sarılıyorum.

Yüzlerce öğrenci, gazeteci ve yazar hapishanede yatıyor. Sayıları her gün artıyor. Ben yine de tahliye edilen yirmi küsur öğrenci için seviniyorum. Üstelik onlar tahliye edilir edilmez sayıları küstürmemek için 19 öğrencinin daha içeriye alındığını da biliyorum.

Ülkenin her yerinde insanlar kan ağlarken milletvekili maaşlarına zam yapılıyor. Hiçbir konuda hemfikir olmayan siyasi partiler, şike davasından sonra ikinci kez, el birliğiyle yasayı onaylıyor. Muhalefet partisinden bir milletvekili, asgari ücretle yaşamak zorunda olanları hiçe sayarcasına “900 TL mi alsınlar? Vekilin insan gibi yaşama hakkı yok mu?” diyor. Uzak bir ülkede yaşayan bir arkadaşımın benim için aldığı Moleskine defteri görünce sevinçten havalara uçuyorum.

İçişleri Bakanı “çok özür dilerim” eşcinselliğin “namussuzluk, ahlaksızlık, gayri insani durum” olduğunu beyan ediyor, sanatın terörizme nasıl hizmet ettiğini ayrıntılı bir şekilde açıklıyor. Bazı sabahlar servise yetişmek için koşuyorum. Bir kedi bana yetişmek ister gibi karşıdan gelip, ben duraksayınca saf saf yüzüme bakıyor. Onun bir önceki hayatında Yeşilçam’da, ormanda sevgilisine doğru koşan bir erkeği canlandırdığını hayal edip gülümsüyorum.

Masum insanlar “kazara” ölüyor. Devlet özür dilerken kimileri ölene “leş” demeyi uygun görüyor. Battaniyelere sarılı cesetlerin fotoğraflarını görüp vicdanı sızlamayanların insanlığından şüphe ediyorum. Bu kez tebessüm etmemi sağlayacak bir şey bulmakta zorlanıyorum. Eve dönerken kafasına “bacadan giren” Noel Baba şapkası takmış, dans eden bir çocuk görüyorum, son bir çabayla ona tutunuyorum.

Uzun zamandır içime kapanıyor, kimselere belli etmeden şunu düşünüyorum: Hepimiz yoldaki köpek ölülerine bakıp geçiyoruz. Biri durup ölüyü oracıkta gömmek istese trafiği tıkadığı için ona öfkeleniyoruz. Oysa benim derdim ölü gömmek değil, artık ölü görmemek.

Seni bilmem; ama benim umuda ihtiyacım var. Biraz daha rahat nefes alabilmek, biraz daha yaşayabilmek için ölüleri yoldan toplamayacağımız günlerin geleceğine inanmaya ihtiyacım var. O yüzden, ben uzun zamandır yeni bir yıla bel bağlıyorum.

27 Aralık 2011 Salı

GERİYE DOĞRU

                                                                       


“Çünkü görünene aldanmak, hayatı dayanılır kılmanın ilk şartıydı…” Az - Hakan Günday

“Çünkü büyüdükçe arzularım küçüldü, şaşkınlıklarım küçüldü, beklentilerim küçüldü. Büyüdükçe öyle küçüldüm ki içimde taşacak bir şey kalmadı.” Erken Kaybedenler - Emrah Serbes

Hayat yeniden ve yeniden oynanan bir sek sek oyunu gibi. Sen taşı en ileriye de atsan, hep adım adım sekmek zorundasın ayağının üzerinde. Sonra afili bir dönüş, hoop başladığın yere. Peki, arkana baktığında ne görüyorsun? Bir sürü başlanmış ve ortada bırakılmış iş mi? Yoksa sen de mi otuzlarındasın?

Eski yılın sonunda, yeni yılın başında planlar yapan biri değilim. Bir mali müşavirmişçesine hesaplar yapıp yılı kapatanlardan hiç değilim. Zaten ben normalde plan yapınca hayatı alt üst olan biriyim. Çünkü biliyorum, hayat öyle plana milana gelemez. Stratejik hareketlere hiç gelemez. Onlar bu hayattan bir çıkarı olanlar içindir. Ben sadece mutlu olmak istiyorum. Bunun için de bir stratejiye ihtiyacım varsa eğer; ölmüşüm zaten haberim yok. Ancak ben hep arkama bakma ihtiyacı hissediyorum. Rahat rahat önüme bakamıyorum. Neyi kaçırmışım diye düşünürken, listeye hep bir şeyler daha ekleniyor. Keşke değişim filmlerdeki gibi olsa. Bir fon müziği bana eşlik etse ve ben yüzümde gerçekleri fark etmenin mağrur gülümsemesiyle yürüsem böyle. Ödüllü bir yazar, “Ve bir daha da arkasına bakmadı” diye yazsa benim için.

Zaman bana değişmem gerektiğini söylüyor. “Nerde o eski bayramlar” sızlanmasını bir kenara bırakıp bu yaşların kendine has güzelliğini dibine kadar duyumsamamı söylüyor. Bu yaşlarımın anılarını yaratmamı söylüyor. Bu sefer zamanı dinleyebilecek miyim? İçimde bir kelebek kıpırdanıyor…

Aslında umut dolu bir yazı yazmak değil niyetim. Hatta her geçen gün ne var ne yok öğrendikçe, şaşırıyorum dünyanın bitmek bilmez bu umutlu haline. Bunca kötülüğe ancak gereksiz fazlalıkta bir umutla katlanılabilir gibi..”Öfkelenmemiz gerek” diyordu bir belgeselde adamın biri, “ihtiyacımız olan bu; öfkemizi elimizden almalarına izin vermemeliyiz!”

Arkana baktığında ne görüyorsun? Çünkü “yaşamak ilerlemek olamaz, diye düşünüyor Cemil, ama geride bırakmak olabilir.” (Sinek Isırıklarının Müellifi-Barış Bıçakçı)

15 Aralık 2011 Perşembe

YOL VER GEÇEM

Ofisteki odamın penceresinden koca bir dağ görülüyor. O kadar yakınımda ki; hani yürüyüversem yamacına erişeceğim. Tepesini bir bolero gibi kaplayan karın soğuğunu hissediyor şehir. Kaç zamandır alışamadığım bu manzaraya yine hayretle bakıyorum. Doğup büyüdüğüm şehri düşünüyorum. Şimdi bana olabildiğince uzak olan o şehirde dağlar ulaşılmazdır. Pencereden baktığınızda flu bir şekilde görürsünüz onları. Sizi korur kollar, şehri görünmez bir duvar gibi kucaklar. Eteklerinde uçsuz bucaksız bir ova başlar. Göz alabildiğince geniş, renk renk ve verimli ovalar hayallerinizi sınırsız tutmanız için vardırlar sanki. Sonrasında deniz gelir. Sürpriz yapmadan, hayatınızın akışı içinde, hep orada olan deniz. Ovayla genişleyen hayalleriniz denizle dalgalanır, açılır gider. Şimdi burada başımı kaldırdığım yerde koca dağa burnumu çarpacakmışım gibi yaşıyorum ya; ah ne diyeyim kendime…Hayallerim dağın eteğine sıralanıvermiş evlerde hapsolmuş sanki, bana hiç alan kalmamış. Deniz desen; bu şehrin isminde saklı kalmış, dalga geçercesine.. Pes etmiyorum; yaşadığı yere inanılmaz bir şekilde uyum sağlamış insanoğlunun genlerini taşıyorum ben. Elbet hayallerimi de bu coğrafyaya uydurabilirim. Kim bilir; belki bir gün şu dağ, göründüğü yerden uzaklaşır, geniş bir ova açılır önüne..Sular basar her yanı tuzlu tuzlu..Olmaz deme, kim bilir.......

14 Aralık 2011 Çarşamba

HIMMMM BİRİ ANLATSIN HEMEN..

Bir doktorun size hastalığınız ile ilgili ayrıntılı bir şekilde bilgi verdiğini, üstelik bunu güleryüzü eşliğinde yaptığını hayal edin. Ne kadar iyi bir doktor diye düşünürsünüz değil mi?

Bir öğretmen düşünün. Dersine çalışıp geliyor, materyaller hazırlıyor, sınıfındaki öğrencilerine olabildiğince demokratik davranıyor, onlarla beraber öğreniyor, gelişiyor. Öve öve bitiremezsiniz değil mi?

Bankadasınız. Güleryüzlü bir memur size yapmanız gerekeni iki dakika içinde ayrıntılarıyla anlatıp başka bir yere uğramanızı gerektirmeden işinizi hallediyor. Hayır duanızı eksik etmezsiniz değil mi?

Peki hiç düşündünüz mü; normal olan bu değil mi zaten?? Bize iyi davranıldığında, işlerimiz aksamadan yürüdüğünde, işimizin düştüğü birinin yanından kendimizi iyi hissederek ayrıldığımızda sanki o gün şans meleklerinin yanımızda olduğuna inanırız da olması gerekenin aslında bu olduğunu hiç mi aklımıza getirmeyiz? Biri anlatsın hemen, nedir bu normal???

13 Aralık 2011 Salı

Çeviriyorum, Öyleyse Yokum!


Benimki tuhaf bir meslek… Kimsenin yapmaya teşebbüs etmediği, ama herkesin hakkında ileri geri konuşmayı hak gördüğü bir meslek… Herkesin çok iyi yapabileceğini düşündüğü, ama  bu düşünceyi uygulamaya gelince kimsenin gönüllü olmadığı bir meslek… Mahlasımdan da anlaşıldığı üzere bendeniz çevirmenim, saygıdeğer okur. Bundan kelli de dert sahibiyim.

Arkadaşlarım kendilerine toplum nezdinde başarı getirecek birtakım meslekler edinirken ben dil öğrenmeyi seçtim. Bu dili öğrenmek, onu ana dilimi düşünmeden konuşabilmek, anlayabilmek, anlatabilmek için uzun yıllar emek verdim. Her şey iyi güzel de sanırım yanlış dili seçtim. Memlekette herkesin bildiğini iddia ettiği bir dile bulaştım, sayın okur. Ülkenin okuryazarlık seviyesinin üzerinde bir İngilizce bilgisiyle donatıldığını nereden bilebilirdim?

Herkesin en ince ayrıntısına kadar bildiği bu dilde yaptığım çeviriler bir türlü takdir görmedi. Mütevazı davranmaya çalıştıkça bilgisiz damgası yedim, atıp tutmayı bir türlü beceremediğim için sözüme güven duyulmadı. “Madem ben yapamıyorum, buyurun siz yapın!” dediğimde kimse oralı olmadı.

Senelerce titiz bir şekilde çalışarak, obsesiflik sularında gezerek, uykusuz kalarak yaptığım çeviriler hakkında bir tek övgü almış değilim; ancak yaptığım en ufak hata, en ağır eleştiriye maruz kalmama yetiyor.

Ben tam zamanlı bir iş bulabildiğim için açlık sınırının üzerinde yaşayabilen sayılı çevirmenlerden biriyim. Buna rağmen ne iş yaptığımı öğrenen insanlar, bir yabancı dili bu kadar iyi bildiğim halde çevirmenlik yapmamın aptallık olduğunu düşünüyor. Bunu açık açık söyleyemedikleri için “Dil bilgini araç olarak kullanıp çok daha iyi para kazanabilirsin.” diyorlar. 

İngilizceyi ana dilim gibi konuşup bunu sadece iki dil arasında köprü olarak kullanmam “enayilik” kavramına iyi bir örnek teşkil ediyor, benim bu enayiliğimden arkadaş sohbetlerinde iyi ekmek çıkıyor olabilir. Ancak ben bu mesleği düzleşen kaba tarafıma, dil üzerine çok düşündüğüm için sık sık sürmenaj olmama, zaman zaman konuşmayı becerememe, insanlara sürekli dert anlatmak zorunda kalmama rağmen yapıyorum. Çünkü yaptığım işe saygı duyuyorum, değerli okur. 

Benim mesleğime duyduğum saygının yüzde birini bana çok gören ahaliye bir günlüğüne çevirilerinin yapılmadığını hayal etmelerini öneriyorum. Nasıl kendi ülkelerinin kapanına kısılıp kaldıklarını, bütün dış haber kaynaklarının nasıl erişilmez hale geldiğini bir de kendi gözleriyle görsünler istiyorum. Beni ve meslektaşlarımı görmeyen gözlerini bir seferliğine bu iş için kullansınlar. 

Görünmezlik sandıkları kadar kolay bir iş değil. Malumunuz gözden ırak, gönülden de ırak oluyor. Gönülden bağlanmadan, gözlerinizi bozmadan yapılamayacak bir mesleğin her iki organa da uzak düşmesi sizce de ironik değil mi? "Yok daha neler!" dediğinizi duyar gibi oluyorum, pek muhterem okur. İşte ben de bunu söylüyorum. Yokum. Durum anlattığımdan daha da beter!

8 Aralık 2011 Perşembe

Sürprizin İyisi Kötüsü Olmaz


11 Kasım 2011 Cuma

Sıradan sayılabilecek bir yaşantım var. Sabahın erken saatlerinde kalkıp işe gidiyorum, akşam geç saatlerde eve dönüyorum. Büyük şehirde yaşayan pek çok insan gibi hayatımın büyük bir kısmını ofiste veya yolda geçiriyorum. Zaman zaman her şeyin çok tekdüze olduğunu düşünüyorum; fakat yaşadığım yer, ben “tekdüze” kelimesini aklımdan geçirdiğim anda “sürpriz” kelimesiyle karşıma dikiliyor.

Geçen gün, işten eve gelirken (daha doğrusu trafikte takılıp bir türlü evime varamazken) yol kenarındaki camide bir afiş gördüm. Afişte 3-4 yaşlarında bir çocuk resminin yanında "Yaşasın camiye gidiyorum, camiyi seviyorum." yazıyordu. Kendi kararlarını vermeyi bırak yemek ihtiyacını bile kendi başına gideremeyen bir çocuğu din propagandası yapmak için kullanan bir reklam… Sanki dinin reklama ihtiyacı varmış gibi… Kaç yılda bir böyle bir afişe rastlanır?

Ben bunları düşünürken minibüse binen kadın, sanki hiç toplu taşıma aracından yararlanmamış gibi "Taksi olsaydı, yok ki, mecburen bineceğiz." diye uzayıp giden bir tirat atmaya başladı. Elit minibüse düşmüş, fakir mikrobu kaparım diye hiçbir yere dokunmadan, kürküne tutunarak ayakta durmaya çalışıyordu. Kaç şehirde böyle bir sahne görülür?

Bir başka gün, yolda giderken sağ tarafımdaki duvar panosunda şöyle bir yazı çarptı gözüme: "İçerik kadar dış görünüş de önemlidir." Bir giyim markasının kullanabileceği bu slogan, bir gazetenin kuşe kâğıda baskısı için kullanılmıştı. Kaç kişi içi boşaltılıp güzelce paketlenmiş bir gazeteden etkilenir?

Bir - iki hafta önce, Kadıköy'de yürürken Rıhtım'daki binalardan birine asılmış, pembe zemin üzerine dev beyaz harflerle "Erotik Mağaza" yazılmış bir pankart gördüm. İnternette porno yasaklanırken sokakta erotizmin yükselişini kaç ülkenin halkı normal karşılar?

N. Ç. davasında mahkeme 13 yaşında bir kız çocuğunun 26 erkekle kendi rızasıyla birlikte olduğuna karar verdi. Aynı adalet sisteminin Ölüm Pornosu'na dava açıp kitabın gerçeğe dönüşmüş haline alkış tutmasını kaç vicdan kaldırır?

Gittiğim bir kursta öğretmenimiz eşcinsel bir çiftin evlenmek konusunda yaşadığı sıkıntıyı anlatan kısa bir film izletti. Sınıf arkadaşlarımdan biri eşcinselliğin “sapıklık” olduğunu söyleyerek herkesin sesini bastırdı. Ben de kelimelerimi boşuna harcamak istemediğim için sustum. Kaç yürek birinden yalnızca cinsel tercihi münasebetiyle bu kadar nefret eder?

PKK, Türk askerini öldürdü; bıçak yine kemiğe dayandı. Türk askeri ölünce pek çoğu dişe diş, kana kan, Türk evladına Kürt evladı istedi. Bazıları Van'da deprem olmasını ilahî adalet diye yorumladı. Devlet erkânı bir yandan deprem vergisiyle duble yol yapıldığını, diğer yandan deprem vergisi diye bir şey olmadığını söyledi. Kaç akıl yol için kullanılan verginin aslında olmadığına inanır?

Dedim ya, sıradan sayılabilecek bir yaşantım var; ama kaç kişi bana hayatın sürprizlerle dolu olmadığını söyleyebilir? Hele ben hâlâ geleceğe umutla bakabilirken bu ülkenin her gün yeni sürprizlere gebe olmadığını kim kanıtlayabilir?

3 Aralık 2011 Cumartesi

Büyüdüğümüzü Anladık Mı?


Bugün aydınlık bir sabaha uyandım. Hafta içi gün ağarmadan kalkmak zorunda olduğum için yeni güne güneşle uyanmak, yüzümün gülmesine yetti. Aslında bu hafta sonunun çalışma günlerinden pek farkı olmayacağını biliyordum. Çünkü ek iş almıştım, zamanım daralıyordu. Kahvaltımı ettikten sonra beni bekleyen ek işe, sanki çeviri metni beni anlayacakmış gibi, boş ver manasına gelen bir el hareketi yaptım. Sonrası güneşli ama soğuk bir İstanbul günü...

Yaşıma hiç uymayan mosmor ayakkabılarımı giydim. Yapmam gereken ufak bir işi bahane ederek uzun bir yürüyüşe çıktım. Hızlı hızlı yürüdüğümden vücudum ısınmış,  yüzüm soğuktan donmuştu. Üçüncü bir dili anlayabilmenin keyfine varmama yardım edecek kitabın fotokopisini çektirmeye gidiyordum. Fotokopicinin raflarında dizili kalemlere bakmadan edemedim. Kendimi bildim bileli geçmek bilmeyen kalem-defter takıntım beni bir kez daha alt etti. Hiç ihtiyacım olmadığı halde iki yeni kalem aldım, biri ayakkabılarımla uyumlu...

Elimde kitap ve kalemlerle dükkândan çıktığımda artık amaçsızca yürüyordum. Yolda gördüğüm kuru yapraklara hiçbirini atlamadan bastım. Her seferinde çıkardıkları sesi ilk kez duyuyormuşum gibi heyecanlandım.

Küçücük tahta parçalarının üzerine oturmuş, yokuş aşağı kayan iki çocuğun yanından geçerken kalbim hızla çarptı. Sebepsiz yere babamı hatırladım.

Kulaklıklarımı takıp müzik dinlemeye başladığımda, yalnızca ayakkabılarım değil hareketlerim de yaşıma uymuyordu. Şarkılara sessizce, dudaklarımı kıpırdatarak eşlik ederken, yanımdan geçenler kendi kendime konuştuğumu sanıp bana deliymişim gibi baktılar. Aklı başında olmak, onlara benzemekse haksız da sayılmazlardı.

Beşinci şarkıyı dinlerken eve bayağı yaklaşmıştım. Çok sevdiğim altıncı şarkının tamamını dinleyebilmek için adımlarımı yavaşlattım. Biraz daha üşüyebilirdim, eve biraz daha geç gidebilirdim. Dışımdaki betona inat içimde çiçekler açtı.

Yol boyunca içimden hikâyeler uydurdum; fakat zamana bir türlü ayak uyduramadım. Güneş pırıl pırıl parlarken eve girmek zorunda kaldığımdan olsa gerek içim karardı. Yapmam gereken iş beni beklerken, dinlediğim son şarkının etkisiyle defterime yeni bir not düştüm: Aşk gelip geçici bir şey miydi? İnsan aynı kişiye sonsuz kere aşık olamaz mıydı? Bunca yaşanmışlıktan sonra, aşk karşılık bulamayınca gelip geçendi. Gelip geçmesi için uzak durulması gerekendi.

Bu güneşli günde yaşıma uygun olan tek şey işte bu düşünceydi.

2 Aralık 2011 Cuma

CELAL TAN VE AİLESİNİN AŞIRI ABSÜRD HİKAYESİ



Hayatın kendisi yeterince vurucu. Bu yüzden kurgu her zaman kurtarıcım olmuştur. Hayatı daha iyi algılamak için, bazen değiştirmek için, bazen de ona katlanmak için.. Lise yıllarında tanıştığım, üniversite yıllarında ise aldığım eğitimle ilgimin daha fazla pekiştiği absürd yazın, hayatımı zevkli hale getiren şeyler odasında her zaman başköşeye oturmuştur. İşte belki de bu yüzden daha iyi bir film beklememe rağmen Celal Tan Ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi’ni izledikten sonra yüzümde bir gülümseme vardı.

Ne kadar çabalarsak çabalayalım kendimize söylediğimiz yalanlar günü gelip bir tokat gibi suratımızda patlıyor. Halının altına sakladığımız pislikler kabarıyor. Öyle ki onları saklamak için başkalarını da o pisliklere ortak etme ihtiyacı duyuyoruz. Başka bir gözle hakikaten de aşırı acıklı olan bu hikâye bir drama ya da dedektiflik macerasına dönüşebilecekken Onur Ünlü bize trajikomik bir seyir sunuyor. Gülüşünden bile ciddiyet fışkıran anayasa profesörü Celal Tan, hayatımızı sosyal olarak düzenleyen anayasa kavramına hiç yaraşmayan şekilde kabul edilemez bir cinayete imza atıyor. Daha da kötüsü bu cinayetin üstünü örtebilmek için, adaleti sağlamak adına başvurduğumuz anayasanın maddelerine dayanarak türlü oyunlar oynuyor. İcra ettiği mesleğin de katkısıyla toplumun saygınlığını her anlamda kazanmış bu bilim insanının, basit ve sıradan güdüleriyle karşılaşıyoruz. Celal Tan’ın hikâyesindeki absürdlük onun göründüğünün aksine kıskanç ve yaşlı bir adam olduğu gerçeğinde değil, bu cinayetten yırtmasında sadece sırtını dayadığı anayasanın değil toplumun kabul görmüş değer yargılarının da payı olmasında yatıyor. Toplum, bu saygın kişiliğin cinayet işlemiş olabileceğine zaten baştan ihtimal vermiyor. Bir pislik diğerini örtüyor. Nuri Bilge Ceylan’ın elinde üç maymunluk bir hikâye, Onur Ünlü’nün elinde bir cinayetler komedisine dönüşüyor. Kol kırılıyor, yen içinde kalıyor ve tüm aile altı pisliklerle dolu bir halının üzerinde yaşamlarına devam ediyor. Film boyunca cinayeti araştıran ve aslında kendisi de pis kokan bir hikâyenin kahramanlarından olan komiserin yanında dolaşan, hiç konuşmayan ve Kolombo tarzı tavırlarıyla dikkat çeken diğer polis memuru, film içindeki olaylar için sergilediği yüz ifadeleriyle gerçeği açığa çıkaracağına inandığımız biri haline geliyor. Ancak anlıyoruz ki polis, sadece bizim, sonrasında hiçbir şey olmamış gibi devam ettiğimiz gündelik hayatta karşımıza çıkan şaşırtıcı olaylara anında verdiğimiz o geçici tepkilerin simgesi. Filmdeki sheakespeare soytarısı ise ölen kızın kör ama her şeyi herkesten daha iyi gören abisi. Kör olmasına rağmen elindeki azcık bilgiyle cinayeti çözmesi ne kadar absürdse birden bire tehlikeli ve kurtulunması gereken bir gerçeklik halini alması ve hazin bir oyuna kurban gitmesi de bir o kadar trajik oluyor. Filmdeki vurucu cümleyi ise hayatının baharını birilerini bekleyerek yitirmiş ve trajikomik bir intihara teşebbüs eden babaanne sarf ediyor:

“Bizim olayımız bu, her şey aynı anda olsun istiyoruz. İstiyoruz ki o olsun ama bu da olsun..”

Ödemediği bedeller sonrası daha da arsızlaşan ve hataları normalleştiren insanların doymak bilmez iştahı, toplumun yargıları çerçevesinde düzenlenmiş bir yaşam, günü kurtarma telaşı ile ahlaki ilkelerden taviz verilerek alınan kararlar..Filmle ilgili söylenecek ne kadar çok şey varsa aslında bir o kadar da yok. Absürdlüğün en çok bu yanını seviyorum. Siz metnin altında dünyalar yattığını fark edip sayfalar dolusu yazılar yazmaya çalışırken bir ses size “sakin ol, bu çaba neden” diyor. Gülümsüyorum, tıpkı filmden çıktığım zaman olduğu gibi..