5 Mart 2012 Pazartesi

Sinüs Kosinüs


2 Mart 2012 Cuma

İşten çıkmış, eve gidiyordum. Sabah bardaktan boşanırcasına yağan yağmur kesilmiş, bütün gün kafamı kaldırmadan çalıştığım için yağmurun kesildiğini fark etmemiştim. Hava sakindi, sokaklarda kimse yoktu. Her şey korku filmlerinde başkarakter sessizce yürürken aniden beliriveren biri yüzünden irkildiğimiz o tanıdık sahneyi andırıyordu. Bir an duraksayıp etrafıma bakındım, yaşadığım kentin her daim insana kesmiş sokaklarının bu kez bomboş olduğunu görünce içim ürperdi. Bütün şehrin benim gibi çalıştığını ve yağmurun kesildiğini fark etmediğini hayal edip gülümsedim. Yalnızlığımın keyfini çıkararak yürümeye devam ettim.

Her güzel şey gibi şehrin bu hali de uzun sürmedi. Uzakta, bana doğru ilerledikçe büyüyen siyah bir nokta belirdi. Kısa yürüyüşüm esnasında, kendimi yürüdüğüm sokakların sahibi olduğuma öylesine inandırmıştım ki noktanın yok olmasını dilesem bu isteğimin anında gerçekleşeceğini düşünüyordum. Tabii ki gerçekleşmedi. Nokta yaklaştıkça belirginleşmeye devam etti. Üstelik sabahtan beri peşimi bırakmayan baş ağrısı da şiddetleniyordu. Bana yaklaşan artık bir nokta olmaktan çıkmış, siyah uzun paltolu bir adama dönüşmüştü. Adamla aramızdaki mesafe kapandıkça başımın ağrısı artıyordu. Gözlerim yanmaya, nefes almakta zorlanmaya başlamıştım. Artık apaçık görebildiğim adam siyah fötr şapka takmıştı, suratı yüz yıldır uzattığı sakalının altında kaybolmuştu, kapkara gözleri vardı.

Beynim zonkluyor, kulaklarım uğulduyordu, üzerime engelleyemediğim bir ağırlık çökmüştü. Adamla baş ağrım arasındaki ilişkinin bir tesadüf olduğuna inanmıştım ki yanıma yaklaşan adam, gece rengi gözlerini bana dikip tuhaf bir fısıltıyla “Lodos var.” dedi. Üzerime çöken ağırlıktan mı adamı Kafka’ya benzetmemden mi bilmem korkup uzaklaşmak yerine “Hı hı!” diye mırıldandım. Adam “Ben de varım.” dedi sapsarı dişlerini açığa çıkaran bir sırıtmayla. “Efendim?” dememe kalmadan şimşekler çakmaya başladı. Bunun bir rüya olduğuna iyiden iyiye hükmetmiştim, birazdan uyanacak ve şimşeklerin aslında pencereden yüzüme vuran gün ışığı olduğunu anlayacaktım. Gözlerimi kapattım, uyanmak yerine ıslandığımı anlayınca gözlerimi açıp koşmaya başladım. Yağmur yeniden başlamıştı.

Koşa koşa eve girdiğimde başımın ağrısı nispeten geçmişti. Yağmurdan kaçmıştım kaçmasına; ama adamı da gözden kaçırmıştım. O gece gördüğüm kâbusların başkahramanı hep aynı siyah paltolu adamdı. Ertesi sabah bedenimi yataktan ayırmaya çalıştığımda öylesine zorlandım ki onun çarşafla bütünleştiğini, hayatımın geri kalanını yatak ve çamaşır makinesi arasında geçirmek zorunda kalacağımı sandım. Bütün gücümü kullanıp yataktan kalktım, banyo yaptım. Arkadaşımla randevuma geç kalmamak için apar topar giyinip saçlarımı hafiften kuruttum.

Apartman kapısından çıkar çıkmaz onu gördüm. “Günaydın!” diye fısıldadı suratında o garip sırıtmayla. “Siz,” dedim “Siz beni mi takip ediyorsunuz?” “Ben senden ayrı bir varlık değilim ki seni nasıl takip edeyim?” dedi. Sonunda korktuğum başıma gelmişti, hepten deliriyordum, kendime hayali bir arkadaş edinmiştim. “Ne saçmalıyorsunuz, buz gibi başka birisiniz.” diye söylendim. “Saçlarını iyi kurutmamışsın.” dedi. Bu absürd hikâyeden çıkmak için can havliyle “Kimsiniz? Adınız ne?” diye bağırdım. Sanki benden başkasının konuştuklarımızı duymasını istemiyormuş gibi büyük sırrını açıkladı: “Sinüzit.” Yüzümde delilere özgü bir gülümsemeyle adamın aniden kayboluşunu izledim.

O günden sonra peşimi hiç bırakmadı. Londra’da yaşadığım dönemde aramız açıldı; ama memlekete döner dönmez düzeldi. Ben, onu gördüğüm andan beri lodosun olmadığı bir ülkeye yerleşmenin peşindeyim. O ise yıllardır beynim ve gözaltlarımda yer işgal ettiği için beni herkesten iyi tanıyor, hakkında ne söylersem söyleyeyim sadakatinden asla taviz vermiyor. Neyse ki aramızdaki aşk – nefret ilişkisini tüm sevdiklerim anlıyor. Çünkü bu memlekette yaşayan herkes Sinüzit’i iyi ya da kötü tanıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder