9 Eylül 2011 Cuma

Kalçalar ve Beyinler


31 Ağustos 2011 Çarşamba

Uzun zaman düşündükten ve otobüs bileti aradıktan sonra annemle birlikte bir akrabamızın (babaanne) yazlığına gitmeye karar veriyoruz. Aslında annem, akrabamızı görmeye karar veriyor, beni de aldığı ikinci biletle serüvenine iki günlüğüne dâhil ediyor. Otobüs saati yaklaşınca nanik yapar gibi akrabamızın oğlunun (baba), karısı (anne) ve iki çocuğuyla yazlıkta olduğunu söylüyor. Biletler alınmış, benim de çocuklarla aram iyi olduğu için pek bir şey yapmıyorum.

Saatlerce süren otobüs yolculuğundan sonra yazlığa varıyoruz. Varış saatimiz gece yarısını geçtiği için hemen yatıyoruz.

Sabah çocuk sesleriyle uyanıyorum. Kahvaltıda karşıt görüşün yılmaz savunucusu babayla politik bir sohbet açılıyor. Açılan sohbet, gerilim filmi havasına girip kapanmak bilmiyor. Bu havayı dağıtmak için denize gitmenin iyi bir fikir olduğu düşünülüyor. 

Denize bir merasim havasında gidiyor, şemsiyelerimiz ve hasırlarımızla plajın bir köşesine yayılıyoruz. Çocukların annesi (benimle aynı yaşta, iki çocuk ve iri bir vücut sahibi), bağıra çağıra çocuklarına komutlar veriyor. Topladığı taşları satmaya çalışan erkek çocuğuyla kendimi Fırat Budacı’nın hikâyelerinden birinde buluyorum. Anne, bedenimle ilgili bin bir çeşit yorum yapıyor. “Çok zayıfsın, biraz yemek yesene.” “Kalçalar iyi de üstte biraz eksiklik var.” “Bacaklar fena değil; ama kollar kırılacak gibi.” Zayıflara yapılan Türk usulü bu işkenceye öylesine alışmışım ki hiçbir şey söylemiyorum. İçimden “Senin de kocaman kıçın var, biraz az ye.”, “Altın ayrı üstün ayrı iri; ne desem boş!” diye cevap vererek öcümü alıyorum.

Akşam eve gelindiğinde âdet olduğu üzere evin erkeği (dede) mangal yapıyor. Etrafındakileri doyurarak görevini yapmış olmanın verdiği haklı gururla bana “Eee, sen ne iş yapıyorsun?” diyor. “Çevirmenim.” cevabı kendisine yetmeyince “Ne çeviriyorsun? Ne yapıyorsun yani? Biraz anlatsana.” diye soruyor. Uslu uslu denileni yapıyor, işimi anlatıyorum. Mesleğimi bir şeye benzetememiş olacak ki bana kendi işimi kurmamı, bu kadar iyi bildiğim dilden daha iyi istifade etmemi öneriyor, başka işlerde çok daha iyi paralar kazanabileceğimi de eklemeyi unutmuyor. “Tabii,” diyorum kendi kendime “insanın ehemmiyetini belirleyen kazandığı paranın oranı nihayetinde.” Yarından tezi yok kendi işimi kurmaya niyetleniyorum.

Ayı izlerken çocukların annesine yakalanıyorum. Boş boş aya baktığımı görünce dertli olduğuma hükmetmiş herhalde. “Hilâl görünce dilek tutarsan olurmuş.” diyor, ardından evliliği ima eden bir cümle kuruyor. Kalbi kırılmasın diye evlilikle ilgili bir dilek tutar gibi yapıyorum. Otuzuma girdiğimden beri gördüğüm “evde kalmış kız” muamelesini de böylece savuşturuyorum.

Yemekten sonra gelen çay vakti, son darbeyi vurmak için uygun bir an. Erkek çocuğu benimle ilgili bir şey anlatırken “şu çirkin kadın” diyor. Yaşıtım anne  "çirkin" kelimesine hiç takılmadan "Aa!" diyor, “Oğlum, kadın denmez; o daha abla.” Çirkin ya, o yüzden HENÜZ kadın olamamış, DAHA abla!

Ortamda biraz daha kalır, hele bir de konuşmaya başlarsam “ÇİRKİN, ASABİ ve ÇOKBİLMİŞ” bir ablaya dönüşebileceğimi fark edip uykumun geldiğini söylüyorum. Güzelleşmek için bilgiye sığınıyorum. Nerede kalmıştık? Sayfa 146. “Hiçbir aşkta umuda yer, sebebe lüzum yoktur.”

Kalçalarım iyi de, üst tarafa ne yapmalı bilemiyorum.

2 yorum:

  1. nüfus kağıdımdaki medeni durumum,doğurup doğurmamam,fazla yada eksik kilolarım,fiziksel özelliklerim hepsi benim kime ne kardeşim. bir gün içimden geçen, karşımdakinin suratına patlayacak "sana ne" diye.naif,kibar hatun imajıma zarar vermemek için tutuyorum kendimi herkes bilsin. bu arada şişmanları da sevelim, koruyalım :)

    YanıtlaSil
  2. "İri" kelimesini konuyu karikatürize etmek için kullandım. Yoksa şişman veya zayıf, iri veya ufak tefek, insan olanın başımızın üstünde yeri var:-)

    YanıtlaSil