İş arkadaşımla bir mola vermişiz.
Çaylarımızı yudumlarken oradan buradan muhabbet ediyoruz. “Ah ne kadar da
seviniyorum böyle gençleri görünce!” diyerek odaya dalıyor. Heyecanla bir
şeyler anlatıyor. Anlaşılan menopoz sonrası durulmayan bir ablayla karşı karşıyayım.
Cümlelerin gidişatından kendini gençleri eğitmeye adadığı belli oluyor. İlk
başta sevimli gelebilir. Ancak bu ifade, bu gülüş, bu tonlamayı az çok
biliyorum. Bunun sonu iyi değil. Yine de bir sebepten odama dalmış bu yabancı misyoneri,
tanrı misafiridir diyerek buyur ediyorum. Gülerek – ki mütemadiyen yaptığı bu-
oturuyor. Bir dernek adına gelmiş, yardım topluyormuş. Konuştuklarıyla yardım topladığı dernek
içeriğinin pek bir alakası yok; ama “Demek ki bu şekilde iletişim kuruyor.”
diye geçiriyorum içimden. “Elimizden
geldiğince” deyip gözümü kolunun altında tuttuğu makbuzlara dikiyorum. Amacım
bu tek taraflı heyecanı sonlandırıp ablayı başka odalara başka kafaları
ütülemeye yollamak. Ama olmuyor. Yetmiyor ablamıza. Çünkü “ah gençler, vah
gençler” diyerek heyecanına heyecan katamadı, istediği alkışı toplayamadı.
Belli ki misyonerlik faaliyeti tam gaz devam edecek. Bu sefer nereye gideceğini
pek de tahmin edemediğim bir giriş yapıyor. Üniversite bahçesinde doğulu bir
öğrenciyle yaptığı sohbeti anlatıyor. Doğulu deyince duruyorum, sanırım ablaya
yakıştırdığım misyoner benzetmesi gerçeğe dönüşüyor. Tepkisiz, dinliyorum. Bana
öğrencinin devleti, askeri kötüleyen ifadelerini, kendisinin ise aslanlar gibi
onları nasıl koruduğunu anlatıyor. Tepkisiz, dinliyorum. Ayrım yapmadığını
üstüne basa basa tekrar ediyor; onun da varmış “doğulu” arkadaşları. Ama
“onlar” nasıl böyle konuşurlarmış, bu yaptıkları nankörlükmüş. Tepkisiz,
dinliyorum. Çok üzülüyormuş, gençleri çok seviyormuş, onları böyle görmeye
dayanamıyormuş. Tepkisiz, dinliyorum. Bu tepkisizliğe daha fazla dayanamıyor ve
soruyor: “Sessiz kaldınız?” “Bana bunları neden anlattığınızı anlayamadım”
diyorum. Şaşırıyor. Sanki odama destursuz girip tanımadan etmeden memleketin
hassas konularıyla ilgili apır sapır konuşması
çok normalmiş gibi benim söylediğime şaşırıyor. Bilmem gerisini anlatmama gerek
var mı? İş arkadaşımın “Toplantıya geç kalıyoruz.” yalanıyla beni kurtardığı bu
tuhaf diyalog son buluyor. Gülücüklerini havaya salarak uzaklaşıyor
misyonerimiz.
Onun ve onun gibilerin bu öz
güveni nereden geliyor merak ediyorum. Benim tepkisizliğimi başka odalarda nasıl
anlatır acaba diye düşünüyorum. Çünkü ablamızı günün ilerleyen saatlerinde
başka odalarda da gülerken görüyorum. Onun yıllardır uğruna nice kanlar
dökülmüş bu hassas meseleyi, “Kandırılmış ve cahil insanları yola getirmeliyiz.”
kibrine indirgemesine mi yanayım; hiç tanımadığı bir insana sanki onun gibi
düşünmek zorundaymış gibi gülerek düşüncelerini anlatmasına mı yanayım; söylediklerine
“Görüşlerinize katılıp katılmamak bir yana, bunları dinlemek zorunda değilim, odama
bu amaçla gelmemiştiniz.” anlamında tepkisiz kaldığım için beni kafasında “sen
de onlardansın” diye etiketlediğine mi yanayım; yoksa memlekette bunun gibi
düşünen nice insanın varlığına mı…
Birbirimizi ne zaman gerçekten
dinleyeceğiz merak ediyorum. Çünkü ben artık, destursuz odama dalanlarla, bana akıl
vermeye çalışanlarla, karşısındakinin ne düşündüğünü bilme ve sorma zahmetine
bile katlanmadan üstelik onun misafiriyken ona caka satmaya kalkışanlarla yaşamak
istemiyorum. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder