9 Ekim 2011 Pazar - 15 Ekim 2011 Cumartesi
Her birimizin, çoğu zaman içinde bulunduğumuz ortamla paralel gitmeyen, kişisel bir tarihi var. Bu yüzden, benim için muhteşem bir yıl olan 2011, senin için hayatının en berbat yılı olabilir. Ben Bob Marley’i tanımadığın için sana uzaydan gelmişsin gibi davranırken sen, Blonde Redhead’i sevmediğim için müzikten anlamadığımı düşünebilirsin. Ben, Roald Doahl’dan bihaber olduğun için hayal gücünün zayıf kaldığını iddia ederken sen, bana Alper Canıgüz’ü yeni keşfettiğim için zavallı gözüyle bakabilirsin. Haksız da sayılmazsın; fakat dedim ya, hepimizin kişisel bir tarihi var, bu da benimki:
Ece Temelkuran’ın Murat Menteş’e işaret etmesi, Murat
Menteş’in Afilifilintalar’a daha yakından bakmama neden olması, ardından yolun
beni Alper Canıgüz’e götürmesi bir rüyalık zamanımı alıyor. Her ne kadar
romanlarıyla kendine muazzam bir okur kitlesi yaratmış olsa da Alper Canıgüz
benim hayatıma adını duyduğum anda giriyor. Ne de olsa “ad vermek” var etmenin
ilk şartı.
Alper Canıgüz, adıyla var olduktan kısa bir süre sonra,
Tatlı Rüyalar ilk cümlesiyle hem aklımdan çıkaramadığım hem de elimden
bırakamadığım bir kitap haline geliyor. Başlangıç cümlesiyle aklımı alan, elime
yapışan kitabın birinci bölümü bittiğinde yüzüme yerleşen gülümseme, sonraki
bölümlerde beni karşılayan yeni karakterler ve hikâyelerle artarak kahkahaya
dönüşüyor. Absürd, ama bir o kadar da gerçeğe yakın bir kurguyla karşı karşıya
kalıyorum. Alper Canıgüz günlük hayattan aldığı karakterleri ve çok iyi
bildiğimiz İstanbul’u fantastik bir olayın içine ustalıkla yerleştiriyor. Tam
da H.G. Wells’in dediği gibi: “Sihirbazlık numarasını bitirdikten sonra, fantezi
yazarının bütün işi, geri kalan her şeyi insani ve gerçek tutmaktır.”
Yazar, bu yolla okuyucunun kendini özdeşleştirebileceği
karakterlerle “Bu benim başıma gelseydi ne yapardım?” diyeceği olayları birleştiriyor.
Söz konusu olaylar son derece absürd olduğundan okurun gönül rahatlığıyla “Gerçek
hayatta böyle şeyler olmaz ki!” diye düşünerek rahatlamasına olanak tanıyor.
Bunu yaparken psikanalize, eğitim sistemine, birtakım dini ve siyasi gruplara,
aylaklık ve çalışmaya ciddi (!) göndermeler yapıyor. “Uydurukçu” kitap
kahramanlarının anlattıklarıyla hikâye içinde hikâye yazıyor. Karakterlerine
rüya içinde rüya gördürerek okuru gerçeklik duygusundan uzaklaştırıyor. Okur
hangi karakterin asıl dünyada yaşadığını, hatta asıl dünyanın neresi olduğunu anlayamaz
hale geliyor.
Alper Canıgüz Tatlı Rüyalar’ıyla komik mi komik bir
Inception öyküsü anlatıyor, üstelik filmden tam on sene önce. “Birini tanımanın
en iyi yolu onunla oyun oynamaktır.” diyerek okurla oyun
oynuyor, onu yeni oyunlara davet ediyor.
Kitabı okuduktan sonra, gördüğüm rüyanın etkisiyle gülerek uyanıyorum. Freud'a inat, kişisel tarihime yeni bir not düşüyorum: Bu kitabı bilen, bilmeyene anlatsın. Tatlı rüyalar görmek herkesin hakkı!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder