16 Mayıs 2014 Cuma

Geç Bunları, Ross!


Canım Meltem Gürle'nin şu yazısından öğrendiğim bir Birhan Keskin şiiri bu memleket. Hiç değişmedi, sanki hiçbir zaman da değişmeyecek.

Sağlıklı Yas Ne, Ross?

Sağlıklı. Yas.

                                                   Aslı Serin’e, aslından ilhamla.

Yas ne Ross?
O ne!?
Ben rüyaya inanırım mesela, mıhlanmış duygulara.
Rüya dediğim de senin anladığın değil, bunu da
belirteyim laf arasında.

Yas, üstelik sağlıklısı ne bunun, ha benim kuzum!
Biz ufak ufak ölmek diyoruz memlekette buna.
Bunun için var bizim sıra sıra ‘hastalıklarımız’
Doktor muyuz biz Ross. Biz sadece ağrıyı bileriz.
Biz sadece ağrıyı biliriz de diyebilirdim, demedim.
(Ben böyle dediğimde sen de bana diyeceksin ki,
hah! işte bu senin duygun!)
(Hadi ordan Ross!)

Biz Ross öyle işte sana göre yanlış kalmayı biliriz.
Başkasını bilmediğimizden değil bak bunu da
bil laf arasında.
İnkârmış pazarlıkmış kabullenmekmiş
bilmemneymiş
Geç bunları Ross. Geç bunları.
Aynı günde ölür aynı günde yıkar aynı gün gömeriz.

Bizim buralarda Ross, her şey aynı anda oluyor.
Aynı anda patlıyor birbirimizin gözü önünde bir bomba
Bir küçük kız. Ölüyorlarız.
Birinin kolu kırılıyor, sızdırmayın, kalsın yen içinde diyorlar.
Yen içinde patlasın ödünüz!
Aynı anda kaza geçirir misal trafik canavarı imgemiz
Bir otobüs dolusu genç, hangisi öldü, kurtuldu mu benimki diyemeyiz.
Benimki diyemeyeceğimiz bir yerdeyiz biz Ross.
Odalardan kara kara milyarlar yürür bir yerlere
ve aynı anda dilenir soğukta yerli ve Suriyeli dilencilerimiz
ve hah tam sırasıymış gibi aynı gün kırar kalbimizi sevgilimiz
Taksim Sıraselviler soğukta sıra sıra elini ısıra ısıra Ross!

Yetmez mi, saydırtma bana daha fazla.
Biz Ross zurnanın zırt dediği bir deliğe benziyoruz.
Nasa baksa belki de uzaydan, belki de uzaydan değiliz.
Bula bula aynı günü bulur da ölür mahalleden
Çok sevdiğimiz nur yüzlü Firdevs teyzemiz
Ross sen bunları yaşasaydın, üç beş günümüzü görseydin bizim
Koymuşum yasına derdin Ross.
Cinnet üstüne yapardın doktoranı aynı gün hiç uzatmadan.

Geç bunları Ross, geç bunları.
Nasıl olsun bizim öyle kompartıman kompartıman
‘sağlıklı’ süreçlerimiz
Biz Ross, al sana misal;
Ali öldürüldü dövülerek,
Kadın erkek hepimiz onun anasıyız.

Sağlıklı yas ne, Ross?

Birhan Keskin

30 Nisan 2014 Çarşamba

Güleyazmak


“Yaşamak şimdi var şimdi yok bir hiçlik, bir karşı koyuş, bir büyük direnmeydi.”
İnci Aral, Kıran Resimleri

Annem “Güle dokunmayın!” demiş. Dokunmuşlar. Bunlar hep küçük amcamla yengemin işiymiş. Oysa annem “Güle dokunmayın!” demiş. Dinlememişler.

Olmayan bir gül için ağıt yakıyor annem, artık olmayan kocasına anlatıyor derdini.  Oysa annem gülü nasıl da özenle dikmiş. Abimle birlikte getirip tam orta yere dikmiş. Çok da güzel görünüyormuş dikilen gül. Bulunduğu yeri güzel gösteriyormuş.

Bir şey bulacakmış gibi elleriyle toprağı yokluyor. Otların arasında soğuktan donmuş gibi duran çiçeğe uzanıyor elleri. Bir de bu çirkin çiçeği dikmişler oraya. Ne olduğu bile belli değilmiş. Oysa annem ne güzel de gül ekmiş. Otların arasına en sevdiği rengi, kırmızıyı, katmış.

Sökülen çiçekten bulaşan toprağı temizlemek için ellerini birbirine sürtüyor; ama toprak tırnaklarının arasına kadar girmiş. Kaşlarını çatıp kendi kendine söyleniyor. Uzaklaşırken gördüğümüz çeşmede ellerini yıkıyor. Ağlamaklı sesiyle “Ah, canım! Ben senin için gül ekmiştim.” diyor. Annemin kocasıymış o, istediğini yaparmış. Hem neden karışıyorlarmış ki?

“Daha güzelini alıp ekeriz, annecim.” diyorum. Yüzünden küçük bir çocuğun annesine güvenip güvenemeyeceğini kestiremeyen bakışı geçiyor. Ağlamakla gülmek arasında gidip geliyor. Annem buraya yeniden gelecekmiş. Yine kırmızı bir gül alacakmış. Onlara inat yine aynı yere dikecekmiş.

Eve geldiğimizde hemen mutfağa gidiyor. Gülle ilgili tek kelime etmeden yemek hazırlamaya koyuluyor. Yaşadığını ancak bu şekilde hissedebilirmiş gibi yaşamak için yapması gereken en önemli şeyi yapıyor: Besleniyor. Oysa annem hayatı boyunca birilerini beslemiş. Onlar da kalkıp ektiği gülü sökmüşler. Bu nasıl bir vicdansızlıkmış anlamıyormuş.

Annem "Güle dokunmayın!" demiş. Dokunmuşlar. Bir erkek sesi "Gidelim mi artık?" diyor. Babamı toprağın altına gömmüşler, üzerine gül ektirmemişler. "Gidelim." diyorum.

24 Temmuz 2013 Çarşamba

nedeni çok


Uzun zamandır ne yazı yazıyorum ne de kitap okuyorum. Çünkü düne kadar akıllı telefonlarını elinden düşürmeyenler hakkında atıp tutan ben, bugün akıllı telefonumu elimden bırakamıyorum. Ana akım medyada bulamadığım bilgiyi sosyal medyadan edinmeye çalışıyorum. Yeri geliyor sevinç gözyaşlarına boğuluyorum, yeri geliyor üzüntüden ağlıyorum. Elinde sopayla, palayla veya bıçakla dışarı çıkan "delikanlı mahalle abilerini" gördükçe korkuyorum, dehşete düşüyorum. Her zamanki gibi kendi kendime sorular soruyorum: Nasıl oluyor da benim korku ve dehşet gördüğüm yerde bir başkası "umut" görüyor? O başkası nasıl oluyor da ölene bile saygı duymuyor? Benim ağzımdan çıkan en ufak lafı bile dinlemezken iktidarın iki dudağı arasından çıkan her söze nasıl sorgulamadan inanıyor?

Her zamankinden farklı bir şekilde bu kez cevap bulmakta pek zorlanmıyorum. İç ses durmaksızın şunları söylüyor:

Çünkü muktedirin yanında olması ona infaz hakkı veriyor.

Çünkü onun yaşamı normal.

Çünkü onun arkasında zor tutulan bir kitle var.

Çünkü o elinde palayla, sopayla, bıçakla, hatta silahla sokağa çıksa da hapis cezası almıyor.

Çünkü o camiye ayakkabıyla girilmesine çok kızıyor; fakat camiden çıkıp insan dövmenin olağan olduğunu düşünüyor.

Çünkü o kaldırım taşlarının insan canından daha değerli olduğuna inanıyor.

Çünkü o tecavüze uğrayan kadının bakire değilse bunu hak ettiğine kanaat getirmiş.

Çünkü o küçücük bir kız çocuğuna onlarca adamın tecavüz etmesine razı.

Çünkü o, kadın eve geç geliyorsa veya yemek yapmıyorsa dövülmesini mubah görüyor.

Çünkü o sokağa çıkanın elinde çiçek bile olsa tez elden korkutularak evine gönderilmesi gerektiğini savunuyor.

Çünkü o her türlü rezilliği görmezden gelip yaptıklarını dinle temizlemeye çalışıyor.

Çünkü o her şeyi çok iyi biliyor, kimseyi dinlemiyor.

Çünkü o devletin hizmet alınması değil, hizmet edilmesi gereken bir kurum olduğuna canı gönülden inanıyor.

Çünkü onun hiç babası yakılmamış, hiç çocuğu öldürülmemiş.

Ah pardon! Tüm bu nedenleri sıralarken çok mu ileri gidiyorum? Yoksa yayında mıyız? Keşke pudra olsaydı.

11 Şubat 2013 Pazartesi

Suç ve Heba



Fotoğraflarıma bakıyorum, gözlerimdeki ışık biraz azalmış gibi. Fotoğraf makinesinin azizliğidir diyerek aynalara sığınıyorum. Sanki dipsiz bir kuyunun derinliklerine yuvarlanmış ışığım. En azından orada bir yerde diye düşünüyorum, orada olması demek bir gün kendini yeniden gösterebilir demek.

İçimden afili bir küfür savuruyorum ışığımdan bir parça alıp gidenlere. Hak etmeyen insanlara içimden geçenleri gösterdiğim için kendime de kızıyorum. “Her gün” diyorum “biraz daha az güveniyorsan insanlara bu senin de suçun. Biri seni gülümsettiğinde her şeyin kötü bir şaka olabileceğini düşünüyorsan bu biraz da senin suçun. Seni mutlu etmeye çalışanların bambaşka bir yüzleri olabileceği ihtimaline inanıyorsan bu az da olsa senin suçun.”

Ne o? “Saçmalama!” der gibisin. Yok, saçmalamıyorum. İnsanın kendini ele vermesi kolay değil; ama çocukluğumu bir yerlerde bırakmam gerektiğine ikna olabiliyorsam bu düpedüz benim de suçum. Suçluyum, öyleyse kendimi ihbar ediyorum: Gün geçtikçe adımlarımı daha tedirgin atıyorsam bu benim de suçum.

Mantıklı açıklamalar yapmayı bırak da kalk gidelim. Bu suçluluk duygusunu denize verelim, yerine biraz ışık alalım. Aynalara daha rahat bakalım, adımlarımızı daha rahat atalım. Yürü, ellerimizi onları kullanmayı becerebilenlere verelim. Haydi, kalk gidelim!


30 Ocak 2013 Çarşamba

Bazı Ölümler Daha Erken Ölümdür



Bazı insanların ölümlerinin yaklaştığını bilirsiniz. Her an onlarla ilgili bir haber alabileceğiniz için öldüklerini duyduğunuzda şaşırmazsınız; üzülürsünüz, ama şaşırmazsınız. Bazı insanlar ise hayatlarında olduğu gibi ölümlerinde de tercihlerini sürprizden yana kullanırlar. Bu insanlar öldüğünde öyle çok şaşırırsınız ki üzülmeye vakit bulamazsınız. Hem zaten inanamadığınız bir habere üzülmek sandığınız kadar kolay değildir.

Üniversitenin son senesiydi. Vizelerime hazırlanıyordum. Ev arkadaşımla gereğinden fazla uzayan bir kahvaltıyı bitirmemek üzere sözleşmişiz gibi birbirimize babalarımızdan bahsediyorduk. Birden babamı özlediğimi fark edip onu aradım. Telefonu kapalıydı. İki dakika sonra telefonum çaldı. “Babam arıyordur.” dedim; ama arayan abimdi. Vizelere ne zaman gireceğimi sordu, saçma sapan birkaç cümle daha kurduktan sonra telefonu kapattı. Hâl böyle olunca babaanneme bir şey olduğunu, bana söylemek istemediğini düşündüm. Telefon tekrar çaldı. Yine abim arıyordu. Aslında bunu yapmak istemediğini, ama bu yükümlülüğü alamayacağını söyledi, hiçbir şey anlamıyordum. Kulağıma iki kelime çalındı: “beyin kanaması”. “Kim?” dedim; “babam” dedi, “yoğun bakım” dedi, “gel” dedi. Sanki biri bana “Çay koy da içelim.” demiş gibi kahvaltı sofrasını topladım, akşam otobüsünde yer ayırttım, teslim etmem gereken ödevi hazırlayıp ev arkadaşıma bıraktım. Sabah İstanbul’daydım. Komadaki babamın ellerini tuttum, elleri hâlâ sıcaktı.

On gün sonra musalla taşında cansız yatarken babamın soğuk ellerine aptalca bir umutla tekrar dokunacaktım. Çünkü görmeden, hissetmeden inanmayacaktım babamın öldüğüne. Sonra üniversiteye geri dönüp mezun olacaktım. Şimdi hatırlayamadığım bir sebepten, kendimi bulmak veya kendimden kaçmak için, Londra’ya gidecektim. Ben yokken ailemdeki herkes psikologlarla yakın arkadaş olacaktı. Aradan uzun zaman geçecek, babamı her düşündüğümde cenazede elimi sıkan yüzlerce insanı hatırlayacaktım. Bir gün küçücük bir derdime ağlar gibi ağlamaya başlayıp gözyaşlarımı saatlerce durduramayacaktım. Yanıbaşımdaki arkadaşıma sadece “Babam öldü” diyecektim, “Benim babam öldü.” Kelimelere dökülünce gerçek olacaktı o güne kadar bir kere bile ağzıma almadığım babamın ölümü. Sonraları kelimeler gözyaşlarımın bıraktığı boşlukları kapatsın diye bunu farklı şekillerde tekrar edecektim.

Çocuk yaşta İstanbul’a gelen, çocuk yaşta evlenip çalışmaya başlayan babam öldü diyecektim.

Absürd bir olay yüzünden “sol”un yalnızca bir yön olmadığını işkencede öğrenen, bu yüzden polisten ödü kopan babam artık yaşamıyor diye not düşecektim defterime.

Kendisi de genç yaşta sigara içmeye başladığı halde oğlunu sigara içerken yakaladığında ağır bir küfür sallamayı ihmal etmeyen babamı bir daha göremeyeceğim yazacaktım günlüğüme.

İşten döndüğünde bizim evde olmamızı, sofraya birlikte oturmamızı isteyen, on sekizimden önce beni yalnız başıma Beyoğlu'na göndermeyen babam artık yok diye düşünecektim.

Kitap okumayı bir türlü beceremeyen, ama biz kitap okuyalım diye elinden geleni ardına koymayan, Rus yazarların kitaplarını kimse görmesin diye gazete kağıdıyla kaplatan babam hayata gözlerini yumdu diye konuşacaktım. 

Dürüstlüğü yüzünden enayi yaftası yiyen, çocukluğunu Yeşilçam filmleri izleyerek geçiren, Türk filmlerindeki figüranları bile tanıyan babam vefat etti diye anlatacaktım.

Dünya üzerinde kirli çoraplarını yere atmayan tek erkek olan babam bizi yalnız bıraktı diye sızlanacaktım. 

Dinlediğimiz müziklerden zerre kadar hoşlanmadığı halde konserlere gitmemize karışmayan; seyahatten, denizden, güneşten keyif almayan babamı kara toprağa verdik diye geçirecektim içimden.

Ölümünden kısa bir süre önce İstanbul’a arkadaşımın düğünü için geldiğimde “Paran çok galiba” diyen, ben üniversiteye dönerken “Zaten yakında geri geleceksin, sarılmaya gerek yok.” diyerek beni yanağımdan öpen, ona son bir kez sarılmadığım için bana vicdan azabı çektiren babam çekip gitti diye hayıflanacaktım.

Ellerine sigara kokusu yakışan, bu yüzden başka ellerde bu kokuyu duyduğumda gözlerimin dolmasına sebep olan babam hayata gözlerini yumdu diye başlayan monologlara girişecektim.

Ceplerinden Tadelle ve fındık taşan bir kahraman olan babam artık bu dünyanın yükünü omuzlarında taşımak zorunda değil diyerek hüngür hüngür ağlayacaktım.

Bazı insanların ölümlerinin yaklaştığını bilirsiniz; ama ölümün bir yerlerde babanızı beklediğini aklınızdan bile geçirmezsiniz. Bu gerçekle yüzleşince o kadar çok şaşırırsınız ki hayat akıp giderken siz olduğunuz yere çakılıp kalırsınız. Evet, biliyorum ölenle ölünmez. Tamam, anlıyorum “her ölüm erken ölümdür”; ama siz ne derseniz deyin benim babamın ölümü insanlık tarihinin en erken ölümüdür.

19 Ocak 2013 Cumartesi

Normal Değilim Olabilirim




Yolculuk yaparken uyuyamıyorum. Oysa ben her sabah saat altıda uyanıp her gün on saat çalışıyorum. Benim aksime servisteki herkes akşamları uyuduğu için sessizlikte kitap okumaya, yazı yazmaya fırsat buluyorum. Fakat ne yazık ki o akşam serviste uyuyamayan tek kişi ben değilim. Biri karşısındakine yumruk savururcasına telefonunun tuşlarına basıyor. O an tek düşünebildiğim bu periyodik sesi çıkaran kadını ortadan kaldırmak. Bunu arkadan fırlattığım bir okla yapabilirim, içim bile sızlamaz. Gözüm elimdeki kaleme, oradan kadının çok fazla boyanmaktan cansızlaşmış sapsarı saçlarına kayıyor. Kendi kendime “Ha kalem, ha ok!” diyorum. “Efendim?” diyor biri. Başımı sesin geldiği yöne çeviriyor, anlamadığımı belli etmek istercesine yana eğiyorum. “Bir şey söylemediniz mi? Bir de Dövüş Kulübü’ndeki gibi siz aslında yokmuşsunuz. Ha ha.” diyor. “Ne zaman ‘ha ha’ desem aklıma Oğuz Atay geliyor.” diye mırıldanıyor. “Siz,” diyorum heyecanla “Oğuz Atay mı dediniz?” Sonra edebiyat ve sinema sosuna bulanmış bir sohbete koyuluyoruz. Sarı saçlarına atılmayan oktan benim sorumlu olduğum kadını unutuyor, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum. Yeni arkadaşım “Normal değiliz zaten.” diyene kadar her şey çok doğal gelişiyor; ancak bu cümleyi duyunca kendime engel olamayıp uzunca bir konuşmaya başlıyorum: 

"Ne kadar çok kullanıyoruz bu cümleyi. Kendimizi ‘normal’in dışında tutmak ne kadar da hoşumuza gidiyor. Bunu bir ayrıcalık gibi görüyoruz. Normallerden çok daha fazla biliyoruz; bir düzine yazarın ismini arka arkaya sıralayabiliyoruz; yönetmenler en yakın arkadaşlarımızdan daha değerli; filozoflar hakkında espri yapmak bizim haddimiz değil; hayatı öylesine ciddiye alıyoruz ki yüz kaslarımız gülmeye ayarlı değil. Normal olmamayı öylesine yüceltiyoruz ki normalin ne olduğunu düşünmeye vakit bulamıyoruz. Kendimizi kilitlediğimiz fildişi kulemizden etrafı izliyoruz, haliyle aşağıda kalanları çok yakından göremiyoruz.

Bu ülkede yaşayan kimsenin Oğuz Atay’ı bilmemek gibi bir lüksü yokken onu tanıyan birini bulduğumuzda şaşırıyoruz. Yeni tanıştığımız biri Kafka okuduğunu söyleyince aklımızdaki listenin yazarlar bölümüne hemen bir tik atıyoruz. Biri Pink Floyd mu dinliyor, eh, o zaman kesin müzikten anlıyor. Normali sayılar üzerinden tanımladığımız sürece okuyan, müzik dünyasına aşina olan, felsefeye meraklı herkesin anormal olduğunu düşüneceğiz. Sayısal çoğunluğu elinde tutan normaller bizi yemek yapmayı bilmediğimiz, evlenmediğimiz, çocuğumuz olmadığı için hor görürken biz de onları kendilerine sunulan hayatın dışına çıkmadıkları için ötekileştireceğiz. Oysa sayılara sığınmak muktedirin yöntemini benimsemekle eşdeğer. Sayılara sığındıkları için eşcinselleri, kadınları, birtakım etnik kökenleri anormal ilan ediyorlar. Kendimizi yaşamaya bakışımızdan ötürü üstün görmek, bunu da ‘Normal değiliz zaten.’ cümlesiyle tanımlamak yapılabilecek en kolay iş. Kitap okumak, müzik dinlemek, film izlemek bizim fazlalığımız mı, normal diye tanımladığımız ötekinin eksikliği mi? Aynı şekilde yemek yapmak, bir evliliği yürütebilmek, çocuk bakabilmek normal gördüklerimizin fazlalığı mı bizim eksikliğimiz mi?” diye bitmek bilmez bir coşkuyla anlatırken bir ses duyuyorum.

Karşımdaki “İyi misiniz?” diyor, “Deminden beri size bir şey soruyorum; ama cevap vermiyorsunuz. Beni duymuyor gibisiniz.” Onunla konuştuğumu sanırken bunları sadece içimden geçirdiğimi fark ediyorum, “Kafam biraz karışık da” diye geveliyorum. “Yoğun bir iş gününden sonra normal.” diye karşılık veriyor, yüzümde çarpık bir gülümsemeyle kalakalıyorum.

Dedim ya, yolculuk yaparken uyuyamıyorum. Yoldan daha önce hiç görmediğim bir şeyin geçmesi ihtimali yakamı bırakmıyor. Sessizliği de yalnızlığı da seviyorum. Eli kalem tutana pek şakacı, evini vatan bilene aşırı ciddi geliyorum. Kimsenin normlarına uyum sağlayamıyorum. Edebiyattan anlıyorum; ama dantel de yapabiliyorum. Rengârenk ojeler sürüyorum; ama sinemayı da yakından takip ediyorum. Normalle aramı bir türlü düzeltemiyorum; ama yine de “Normal değilim.” diyemiyorum. Çünkü olması gerekenin bu olduğuna inanıyorum. Ya sen “sevgili okuyucum”, sen ne düşünüyorsun?


11 Ocak 2013 Cuma

Elveda Boş Düşüncelerim



Memleket birbirinden garip olaylarla çalkalanırken, kimin eli kimin cebinde belli değilken, herkes birbirine düşman kesilmişken, trafik belasından evime gitmek her geçen gün zorlaşırken ve satılan köprünün bu durumu değiştirmeye hiçbir katkısı olmazken, mesleğim beni boynumdan vurmuşken, aklımdan geçen yazılar rüyalarıma girip bir türlü kâğıtla buluşamazken aşağıdaki diyaloga şahit oldum. Artık hiçbir şeyin önemi yok, söylerlerdi de inanmazdım. Hakikaten çok fazla düşünüyormuşum. "Kafamı rahatlatacak bir şeye ihtiyacım var" diyorsan seni şöyle alalım:

A Kişisi: Elveda.

B Kişisi: Neden öyle dedin şimdi?

A Kişisi: Öylesine işte ya. Bir de “fairwell” var.

İç Ses: “Fairwell” değil o “farewell”.

B Kişisi: “Farewell to the Arms”

İç Ses: “A Farewell to Arms”

A Kişisi: O ne?

B Kişisi: Bir kitap, bilmiyor musun?

A Kişisi: Hiç duymadım. Kimin kitabı?

B Kişisi: A! Çok ünlüdür. Steinbeck’in kitabı.

İç Ses: Ah! Bak, bu hiç olmadı be.


7 Kasım 2012 Çarşamba

Bir İyi Bir de Kötü Haberim Var



“Edebiyatla hayat takım kurup futbol maçı yapsalar, hayat üç çeker edebiyata!”
Veciz Sözler, Barış Bıçakçı 

Hayatlarımız var, kendimize göre derleyip toparladığımız, yeni eşyayla bezediğimiz, sevdiklerimizle doldurup sevmediklerimizden uzak tuttuğumuz odalarımız gibi… Kimsenin el sürmesine izin vermediğimiz yaralarımız gibi, şifrelerini yalnızca bizim bildiğimiz elektronik aletlerimiz gibi, neye göre düzenlendiğini bir tek bizim anlayabildiğimiz kütüphanelerimiz gibi, sadece hak edenin tutabileceği ellerimiz gibi… Hayatlarımız var, ölümlerle büyüttüğümüz, deneyip yenilerek devam ettirdiğimiz, tecrübelerimizle kirlettiğimiz, aşklarımızla yenilediğimiz…

Hayatlarımıza sahte görünümlerle girenler var; odalarımızı talan eden, yaralarımızı kanatan, şifrelerimizi kıran, kütüphanelerimizin düzenini bozan, ellerimizi hor kullananlar... Kendi acılarını bizim ölümlerimizden daha büyük zanneden, deneyip yanılmayı çocuk oyununa çeviren, tecrübelerimizi biraz daha pasaklı hale getiren, aşklarımıza yalanla karşılık verenler var.

Onlara verilecek cevaplarımız, içimizde büyüttüğümüz kelimeler, çiçeklerinden arınmış şiirler var. Onları kırmamak için yaptıklarımız, söylememeyi tercih ettiklerimiz, bizimle boy ölçüşenlere asıl boyumuzu gösterme derdinde olmadığımız için onlara yalnızca inanmak istediklerini sunduğumuz anlar var.

Çağımızın, kendini olmadığı biri gibi göstermek, kitap karakterlerine öykünmek, yaşadıklarımız kafamızdakilere uymayınca hayal kırıklığına uğramak, bu hayal kırıklığının acısını başkasından çıkarmak, egomuzu tatmin etmek uğruna karşımızdakini mutsuz etmek, mutsuz olmanın aşkın başlıca kuralı olduğunu sanmak gibi birtakım hastalıkları var.

Oysa edebiyatla hayat arasında bu hastalıklara tutulanların anlayamadığı küçük bir fark var: Biri okunuyor, diğeri yaşanıyor. Bunu görmezden geldikleri için “kırk üç numara ayakkabılarıyla” edebiyatın da hayatın da üzerinden fütursuzca geçenlere inat, yeni şiirler yazıp yeni şarkılar söyleyenler var. Çünkü onların her gidenin ardından derleyip toparladıkları "kendilerine ait birer odaları" var.

15 Ekim 2012 Pazartesi

"Ah, kimselerin vakti yok"


Başkalarının yazılarını olduğu gibi alıp buraya koymak âdetim değildir; fakat bu şiir günlerdir aklımdan çıkmıyor. Belki son dönemlerde çok kırıldığım için, belki kırıldığım halde durup dinlenmeye vakit bulamadığım için, belki ince şeyleri anlatmaya çalışmaktan yorulduğum için, belki de işte öyle…

İLKYAZ

Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya

Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya
Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı
Bakıp  kapatıyorlar
Geceye giriyor türküler ve ince şeyler

Memelerinde biraz irin, biraz balık ve biraz gözyaşı
Bir dev oluyorsun deniz deniz deniz
Sisin dere ağızlarından sokulup akşamları
Fındıklarımızı basıyor
Neyleriz kararan tomurcukları
Çocuklarımıza yalvarıyoruz: Aç durun biraz
Tecimenlere yalvarıyoruz:
Bir "Hotel" bir gizli evlenme az çiziniz
Bir banka az çiziniz bir yalvarma
Bizden size ve sizden dışardakilere

Karılarımızı yolluyoruz tırnaklarını kesmeye ve demeye
-Evet efendim-
Çocuklarımızı yolluyoruz dilenmeye
Bizler gidiyoruz yatağımız tanrıya emanet
Yazların motorlu çingeneleri

Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya

Baba evleri, ilk kez girilen ırmağa dönüş
Toprağa tutku, kendinden dolayı
Kulaklarımızı tıkıyoruz: Para para para
Kulaklarımızı açıyoruz: Kavga kavga kavga
Sorar belki biri: Kavga ama neden kavga
Komşumuza sonsuz balta, karımıza yumruklar içinde
-Bilmiyoruz neden kavga.

Sonra kasabanın cezaevinde
Silgimizi göz önüne yerleştiriyoruz
Günlerimizi iterek genişletiyoruz
Yer açıyoruz karılarımızı düşünmeye
Bizsiz geçen menevşeyi düşünmeye

Durup ince şeyleri anlatmaya
Kimselerin vakti olmasa da
Okulların kadın öğretmencikleri
Tatil günlerini çoğaltsalar da
Kutsal nemiz varsa onun adına
Gözlerimiz için bağlar dokusalar da
Birikimler ve çizgiler gitgide gitgide
Açmaya ilkyaz çiçekleri

Bir gün birileri öte geçelerden
Islık çalar yanıt veririz


5 Ekim 2012 Cuma

ama...


Garip bir memlekette yaşıyoruz. İnsanlar bir yandan her şeyi kabullenirken bir yandan da bu hallerine sebepler uyduruyor. Suçu başkasına atmak en başarılı olduğumuz alanlardan biri. Bir şeyi beceremiyorsak veya onun yanlış olduğunu düşünüyorsak bu durumun mutlaka bir nedeni var. Duruşumuzun, söylemimizin, hayat tarzımızın, yaptıklarımızın, yapamadıklarımızın, yapmamayı tercih ettiklerimizin hep bir suçlusu var ve o suçlu tabii ki biz değiliz.
Savaşa karşıyız, ama Türk halkına yapılanların öcünü de almamız gerekiyor.
Eşcinsellerle ilgili sorunumuz yok, ama bizden uzak durmalarını istiyoruz.
Hepimizin Kürt arkadaşları var, ama Kürtçe eğitim verilmesini manasız buluyoruz.
Alevileri seviyoruz, ama cemevlerinin ibadethane sayılmasına karşıyız, bize camiler yetiyor.
Bir zamanlar çok sevdiğimiz Ermeni komşularımız vardı, ama Ermeni halkının savaş anında yapılanları bu kadar büyütmesine çok sinirleniyoruz.
Belediyenin birtakım yolsuzluklara karıştığını kabul ediyoruz; ama çok iyi çalıştıklarını, metro bile yaptıklarını görmezden gelemiyoruz.
Birilerine âşığız, ama zayıf yönlerimizi ona göstermemek için çabalamaktan yoruluyoruz.
İletişim çağının iletişim kuramayan insanlarıyız. Kapılarımızı bir başka kültüre, yeni bir düşünceye, farklı bir halka açmayı bir kenara bırakalım, en yakınlarımıza doğru bir adım atmaktan bile aciziz. Oysa bilgisayarlar, cep telefonları, silahlar için değil; dokunmak, hissetmek, üretmek için tasarlanmış ellerimiz var. Ellerimizi birbirimizin yaralarını iyileştirmekte kullanabilmemiz için önce cümlelerimizi “ama”lardan kurtarmamız gerekiyor. Ancak o zaman her şeyin suçlusu biraz da biz olabiliriz.