28 Ekim 2011 Cuma

Bazı Bazı



Belki bu yazıyı okuyunca beni herkesin kendisine haksızlık ettiğini düşünen bir kız çocuğuna benzeteceksin; ama neden bilmem bugünkü hissiyatım budur, bu hissiyatın fon müziği de şu...

Bazen insanlara çok fazla anlam yüklüyorum. Sıradan bir el hareketine bile onlarca mana verebiliyorum. Benim verdiğim manalardan hiçbiri gerçek olmayınca manasız bir denklemin içine düşüveriyorum. 

Bazen insanları hiç anlamıyorum. Çok iyi bildiklerim, kendi ırkından olmayanların kan borcunu ödemesini isterken onlara hak vermediğimi söylemeye korkuyorum.

Bazen insanları çok fazla sorguluyorum. Onlardan hiçbir zaman sahip olmadıkları birtakım değerlere saygı göstermelerini bekliyorum. Saygı, yolunu kaybedip bir türlü gelmeyince Godot'ya almayacağını bildiğim bir selam daha gönderiyorum.

Bazen insanları hiç sorgulamadan oldukları gibi kabul ediyorum. Kabul ettiklerim, beni acımasızca eleştirince özeleştirinin dozunu arttırıp hatayı yine kendimde arıyorum.

Bazen insanlardan çok fazla şey bekliyorum. Beklentilerim gördüklerime denk düşmeyince ortaya çıkan boşluğa bakakalıyorum.

Bazen insanlardan hiçbir şey beklemiyorum. Ani bir darbe gelince hazırlıksız yakalanıveriyorum.

Bazen insanlara çok fazla kendimden veriyorum. Onlara hediyelerle gidip boş kalan ellerimle konuşmaya dalıyorum.

Bazen insanların daha fazla kendilerinden vermelerini diliyorum. Verdiklerim yerini bulamayınca ya da bulduğu yeri beğenmeyince nasıl yara aldığımı onlar da anlasınlar istiyorum. 

Bazen kendimden çıksam, arkama bakmadan kaçsam diyorum. Çok fazla düşünsem de sorgulasam da, beklesem de, kendimden versem de, yaralansam da aynı bedende öylece yürümeye devam ediyorum. "Hep küçük şeyler bizi usandıran" diyerek kendimi avutuyorum. Kim bilir, belki de bütün mekanizmalarımı savunma yönünde kullanıyorum.

21 Ekim 2011 Cuma

Ayısız köprü var mıdır????

Uzun zamandır bir kalemim yok. Bu yüzden de uzun zamandır şöyle hatırlı bir yazı yazamıyorum. Ben öyle her kalemle yazmam. Bir kere ucu ince ve uzun olacak ama sanki yuvarlak ve kalın uçluymuş gibi yazacak; kâğıdı çizmeyecek yani. Kendisi de uzun olacak ki yazdıkça tepesinin hareketlerini izleyebileyim göz ucuyla. Mürekkebi akacak, adeta kelimeleri kendisi üretip yazacak. Markası murkası önemli değil. Bazen küçük ve tozlu bir kırtasiye dükkânında kasanın yanına dizilen kalemlerden biri olabilir. Ama en çok da oradan buradan izinli izinsiz toplanan kalemlerden biri olabilir. Bir arkadaşın kıymetini bilmeyip masasında mürekkebini kuruttuğu kalemi; yabancı birinden imza atmak için alıp da geri vermediğiniz şişman dolma kalem ya da adını hiç duymadığınız bir şirketin eşantiyon kalemi..

Şimdi yazı yazdığım kaleme verdiğim önemle büyük bir yazar küstahlığına girdiğimi sanmayın. Zaten zor çıkıyor kelimeler; bari kalem yardımcı olsun diye.

Neden zor çıkıyor bu kelimeler? Uzun zamandır içimdekilerle dışımdakiler bir uyum sorunu yaşıyor da ondan. Tepkilerimi ve düşüncelerimi hep atlatmam gereken bir aşamadan sonraya bırakıyorum da ondan. Sanki koca bir sahnede yanlış bir repliği tekrarlar gibiyim de ondan: "Köprüyü geçene kadar, sonra hiiiç görmeyeceksin." Sonrası güzel, peki ya şimdi? Ben düşündüklerimi söylemeyip de bir şeyleri görev icabı yaparken, sevmediğimin yüzüne tepkisiz bakıp onun yanında dururken, zorlama bir samimiyetle hareket edip üstelik karşımdaki de bunu içten içe bilir ve ses çıkarmazken, benim kendime olan saygım da sonraya kalacak mı? Bu içten pazarlıklı ve sessizce imzalanan anlaşmayı taraflardan biri bir gün dayanamayıp bozarsa verdiğim onca selamı geri alabilecek miyim?

Bazen yanı başınızda olmasını hiç istemediğiniz insanlar bitiverir karşınızda. Ailede vardır böyle üyeler, belki eşinizin bir akrabası.. İşyerinde beraber çalışmak zorunda kaldığınız biridir, mecbur katlanırsınız. Koşullar sizi belli sınırlar çerçevesinde o insanlarla anlaşmaya hatta bazen de uyuşmaya zorlar. O sınırlar aşılmadığı sürece de problem yoktur. Peki ya o hiç istemediğiniz insan sizden daha üst konumda olan ve bu konumunu sonuna kadar adice kullanan biriyse?? İşte o zaman şartlar değişir. Çünkü adına ilişki bile denemeyecek bu sahte düzende alttan alan hep siz olmak zorunda kalırsınız. Hele ki kaybedecek bir şeyiniz varsa ve o şey bu malum kişinin kontrolündeyse. Aklınıza sadece patronlar gelmesin; bankaya para çekmeye gittiğinizde karşınıza çıkan ve sizi o bed suratına mahkûm eden bir memur da olabilir bu, sigorta şirketinizin uyanık elemanı da. Çok sevdiğiniz bir eşyanızın tamircisi de olabilir, doktora sürecinizi cehenneme çeviren akademisyen kılıklı bir danışman da..

Şimdi diyebilirsiniz “canım onlar kendilerini ayı yerine koymaya çekinmiyor madem, ben niye dayı demeyeyim ki işim görülsün?” Benim derdim onlar değil, onlar ister ayı ister dayı olsunlar, kendileri bilir. Ben ben olarak kaldığım sürece bir problem yok. Benim problemim hayatımı bir başlangıçlar ve sonlar dizini olarak görmemem ile ilgili. Hayat benim yanı başımda akıp giden bir şey de değil. Zaten kendiminkine baktığımda, hep atlatılması gereken safhalar uğruna kaybedilmiş zamanlar gördüğüm sürece, hayatın aslında ne olduğunun ne önemi var?

Kendime bir müddet daha kalem almayacağım. Elimdeki kalemlerle idare ederim. Ne zaman ki içimdeki bu yabancı kelimeler biter, o zaman bir dosttan şöyle afili bir kalem çarparım. İlk yazımın da başlığı hazır: sürç-i lisan ettiysem affola….

20 Ekim 2011 Perşembe

Kediler ve Kitaplar'a...





Fark ettik ki Çavlan ve Umut bizi Okunası Bloglar listelerine eklemişler. Adıyla bile Bilge Karasu'yu anımsatan bloglarını keyifle izlediğimizi belirtir, buradan kendilerine saygılarımızı sunarız efendim.

16 Ekim 2011 Pazar

“Hector anan, gangster baban!”



9 Ekim 2011 Pazar - 15 Ekim 2011 Cumartesi

Her birimizin, çoğu zaman içinde bulunduğumuz ortamla paralel gitmeyen, kişisel bir tarihi var. Bu yüzden, benim için muhteşem bir yıl olan 2011, senin için hayatının en berbat yılı olabilir. Ben Bob Marley’i tanımadığın için sana uzaydan gelmişsin gibi davranırken sen, Blonde Redhead’i sevmediğim için müzikten anlamadığımı düşünebilirsin. Ben, Roald Doahl’dan bihaber olduğun için hayal gücünün zayıf kaldığını iddia ederken sen, bana Alper Canıgüz’ü yeni keşfettiğim için zavallı gözüyle bakabilirsin. Haksız da sayılmazsın; fakat dedim ya, hepimizin kişisel bir tarihi var, bu da benimki:

Ece Temelkuran’ın Murat Menteş’e işaret etmesi,  Murat Menteş’in Afilifilintalar’a daha yakından bakmama neden olması, ardından yolun beni Alper Canıgüz’e götürmesi bir rüyalık zamanımı alıyor. Her ne kadar romanlarıyla kendine muazzam bir okur kitlesi yaratmış olsa da Alper Canıgüz benim hayatıma adını duyduğum anda giriyor. Ne de olsa “ad vermek” var etmenin ilk şartı.

Alper Canıgüz, adıyla var olduktan kısa bir süre sonra, Tatlı Rüyalar ilk cümlesiyle hem aklımdan çıkaramadığım hem de elimden bırakamadığım bir kitap haline geliyor. Başlangıç cümlesiyle aklımı alan, elime yapışan kitabın birinci bölümü bittiğinde yüzüme yerleşen gülümseme, sonraki bölümlerde beni karşılayan yeni karakterler ve hikâyelerle artarak kahkahaya dönüşüyor. Absürd, ama bir o kadar da gerçeğe yakın bir kurguyla karşı karşıya kalıyorum. Alper Canıgüz günlük hayattan aldığı karakterleri ve çok iyi bildiğimiz İstanbul’u fantastik bir olayın içine ustalıkla yerleştiriyor. Tam da H.G. Wells’in dediği gibi: “Sihirbazlık numarasını bitirdikten sonra, fantezi yazarının bütün işi, geri kalan her şeyi insani ve gerçek tutmaktır.”

Yazar, bu yolla okuyucunun kendini özdeşleştirebileceği karakterlerle “Bu benim başıma gelseydi ne yapardım?” diyeceği olayları birleştiriyor. Söz konusu olaylar son derece absürd olduğundan okurun gönül rahatlığıyla “Gerçek hayatta böyle şeyler olmaz ki!” diye düşünerek rahatlamasına olanak tanıyor. Bunu yaparken psikanalize, eğitim sistemine, birtakım dini ve siyasi gruplara, aylaklık ve çalışmaya ciddi (!) göndermeler yapıyor. “Uydurukçu” kitap kahramanlarının anlattıklarıyla hikâye içinde hikâye yazıyor. Karakterlerine rüya içinde rüya gördürerek okuru gerçeklik duygusundan uzaklaştırıyor. Okur hangi karakterin asıl dünyada yaşadığını, hatta asıl dünyanın neresi olduğunu anlayamaz hale geliyor.

Alper Canıgüz Tatlı Rüyalar’ıyla komik mi komik bir Inception öyküsü anlatıyor, üstelik filmden tam on sene önce. “Birini tanımanın en iyi yolu onunla oyun oynamaktır.” diyerek okurla oyun oynuyor, onu yeni oyunlara davet ediyor.

Kitabı okuduktan sonra, gördüğüm rüyanın etkisiyle gülerek uyanıyorum. Freud'a inat, kişisel tarihime yeni bir not düşüyorum: Bu kitabı bilen, bilmeyene anlatsın. Tatlı rüyalar görmek herkesin hakkı!